31 Temmuz 2008 Perşembe

Suç ve ceza

Dağ, fare doğurdu.

Defalarca yazdım, ben esas olarak parti kapatılmasına karşıyım.

AKP de olsa, DTP de olsa, partiler kapatılmamalı. Suçu kim işliyorsa, o cezalandırılmalı.

Fakat Anayasa bu, yasalar böyle.

Parti yöneticileri Anayasaya aykırı davranırsa parti kapatılır diyor Anayasa… Onun için de kapatılması için dava açılan partinin oyu yüzde 5 olmuş, yüzde 47 olmuş; bunun hiçbir önemi yok; tabi ki olmamalı da.

Anayasa Mahkemesi’nin önünde üç seçenek vardı.

Birincisi davayı reddetmek.

İkincisi partiyi kapatmak.

Üçüncüsü Hazine yardımını kesmek.

Mahkeme, üçüncü tercihi seçti.

5 aydır Türkiye’yi kaosa sürükleyen, bütün gündemleri aşağıya çeken konu da böylece kapanmış oldu.

Bu karar, Türkiye’nin geleceği açısından iyi mi oldu, kötü mü oldu bilemem; herkese göre değişir. Ama bence bu denli yaşamsal bir konuda mahkeme üyeleri 3 tercihle karşı karşıya bırakılmamalıydı.

Şahsen benim yetkim olsa, başka karar tercihleri sunardım mahkeme üyelerine.

Yazının başında dağ fare doğurdu dedim ya. Çünkü milletin beklentisinin böyle olduğunu sanmıyorum.

Çünkü, herkes iyi biliyor ki; AKP, anayasayı ihlal etti, Türkiye’nin temel taşlarını yerinden oynattı. Tüm kurumların özünü değiştirmeye yönelik tehlikeli eylemlerde bulundu.

Bunun için kesinlikle kapatılmasına karşı olmama rağmen; mutlaka cezalandırılmasından yanayım. Suç varsa, ceza da olmalı.

Örneğin Başsavcının iddianâmesinde adı geçen ve gerçekten Türkiye’yi geren, sistemi geriye doğru zorlayan açıklamalarda bulunan kişilere bazı yaptırımlar uygulanmalıydı.

Cumhuriyetin kurulmasını “travma” olarak niteleyen kafalar.

“Ulemaya soralım” diyen yaklaşımlar.

“Türban, velev ki siyasi simge” diye toplumu bölen zihniyetler.

“El Kadı’ya kefilim” diye anlayışlar.

‘‘Modern bir İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir’’ diye laikliği hiçe saymalar.

“Bazıları laikliği din gibi algılıyor. Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz” gibi kışkırtmalar.

“Meclis'e çarşaflı bile girilebileceği”ni savunanlar.

“Siz ifade özgürlüğüne tam sahip değilseniz, kapatılmamak için, önünüze engeller çıkmaması, iktidara giderken bir takoza ayağınız takılıp da düşmemek için yalan söylemeye, samimiyetsiz davranmaya, takiyye yapmaya mecbursunuz” diyen yöneticiler.

Kurumlar Vergisi Kanunu’na “sendikaların dernek, cemaatlerin ise vakıf sayılması” hükmünün getirilerek, cemaat kavramının yasalara girmesini sağlayan siyasiler.

“Ben İstanbul’un imamıyım”, “Elhamdülilah şeriatçıyım” diyen ayrımcılar…

Cezasız kalmamalıydı.

Parti kapatılmadan, bu eylemler karşılık bulmalıydı.

27 Temmuz 2008 Pazar

"Tercih", bazıları için önemli!..

İnsan hayatında çok sık tercih dönemleri vardır. Her tercih, kişiyi değişik bir yöne sürükler.

Gençler için hayatın en önemli tercihlerinden birisi, kuşkusuz üniversite tercihi.

Bugünlerde yüz binlerce genç de, o tercih sıkıntısını yaşıyor.

Tabi ki herkes, aldıkları puana göre en iyi sıralamayı yapmak için araştırıyor, danışıyor, hesaplıyor, düşünüyor…

Cin gibi zeki bir yeğenim var. Fakat okumaya pek meyilli değil. Fazla çalışmadı, kayıtlı olduğu halde dersaneyi de çoğu zaman astı; canı istedikçe gidip geldi.

Yıl içinde ne zaman “Dersler nasıl?” diye sorsam; “Eşit ağırlıktan tıpı yakalamaya çalışıyorum” diye gırgıra aldı üniversiteyi.

ÖSS’ye girmeden bir gün önce benim çocukları arayıp ertesi gün sınavın saat kaçta olduğunu, sınav süresinin ne kadar olduğunu soracak kadar da önemsemedi sınavı… Dedim ya cin gibi diye; yine de hatırı sayılı bir puan aldı.

Tercih zamanı geldi çattı ya; sanki hayatının önemli bir noktasında tercih yapacak o değil. İnsan sayısal oynasa daha çok düşünür. Sonunda tercih işini de benim oğlana bıraktı “Sen tercihleri yap, benim için fark etmez, ben gider okurum. Zaten D…’ın oğlu üniversite okuyor desinler diye gidi okuyacağım diye başından savdı… Hayırlısı… Bekleyelim sonucu, bakalım n’olacak?

Geçen yıl iyi bir puan almasına rağmen, ille ki istediği bölümü tutmuyor diye, 1 yıl daha hazırlanmış bir çocuk tanıyorum. Bu yıl da çok iyi puan almış… Ama yine istediği okula girebilecek mi tam kesin değil. “Tek tercih yapacağım, olmazsa 1 yıl daha hazırlanacağım” diye tutturmuş. Yine giremezse 1 yıl daha hazırlanacakmış… Tutarlı olmak kararlı olmak, istikrarlı olmak, azimli olmak güzel de; bunca yıl kaybı ne olacak? Gelecek yıl istediği puanı, hatta bu yılki o yüksek puanı alacağının garantisi mi var?

Son yılların gözde bölümü, iyi üniversitelerin işletme bölümü… Onun dışında tıp, elektronik, bilgisayar, endüstri, tercihlerde ilk sıralarda oluyor hep. Tabi bunları yazmak için puanın yeterli veya yakın olması lazım. Bazılarının genel sıralamasına bakıyorsun, istediği bölüme ve o bölümün geçe yıl en son aldığı sıraya bakıyorsun; mucize lazım… Ama yine de tercihini sorduğunuzda “torpil olmazsa, hakkımı yemezlerse kesin girerim” gibi bir tavır içinde… Sizi kandırdığı bir yana, kendini de kandırıyor.

Puanı çok düşük olmasına rağmen, mutlaka bir okula girmek isteyenler için de birkaç ipucu vereyim. O kadar zahmet edip sizler için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan araştırdım… Hem düşük puanlı, hem geleceği var… Azerbaycan Devlet Neft Akademisi (Bakü) Petrol-Gaz Boru Hatları ve Depolama Proje İnşaat İşletme bölümü; Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Tekstil Terbiye Öğretmenliği programı; Karadeniz Teknik Üniversitesi Sürmene Deniz Bilimleri Fakültesi Balıkçılık Teknolojisi Mühendisliği; Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Mobilya ve Dekorasyon Öğretmenliği; Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Kuaförlük ve Güzellik Bilgisi Öğretmenliği; Afyon Kocatepe Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Makine Resmi ve Konstrüksiyonu bölümü; İstanbul Beykent Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu Uluslar arası Lojistik ve Taşımacılık bölümü; İstanbul Üniversitesi Ormancılık Meslek Yüksek Okulu Av ve Yaban Hayatı bölümü; Muğla Üniversitesi Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Meslek Yüksek Okulu da Konaklama İşletmeciliği bölümü; Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Talaşlı Üretim Öğretmenliği; İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi At Antrenörlüğü bölümü; İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi At Antrenörlüğü bölümü. Yine aynı üniversite ve fakültenin Atçılık İşletmeciliği ile Nalbantlık bölümü…

Tercih, bazıları için önemli… Tabi, puanınızı, sıranızı göz ardı etmeyeceksiniz. Puanınız, size ihanet ettiyse veya ÖSYM yetkilileri size gıcık gidip, düşük puan gönderdilerse; benim önerdiğim bölümleri yabana atmayın.

Dua edersiniz.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

12 Eylül'ü bize darbe diye yutturmuşlar!.


Kenan Evren, 12 Eylül’de yaptıkları şeyin darbe olduğunu yıllarca bize yutturdu.
27 Mayıs’çılar da, 12 Mart’çılar da öyle.
Görev başındaki generaller, radyolara, televizyonlara çıkıp “İç tüzüğün verdiği yetkiye göre, devleti ve vatanı koruma ve kollama…” diye başlayan bildirileri okuyunca ve de parlamentoyu feshedip, yönetime el koyunca, biz de darbe yaptılar sandık.
Türk demokrasi tarihinde yaşanan kesintiler; kimi zaman fiili yönetime el koymalar, kimi zaman da mevcut hükümetlere verilen muhtıralar; bize darbe veya darbe girişimi diye lansedildi. İnanalım diye de, yüz bin kadar kişiyi gözaltına aldılar. On bin kadar kişiyi tutukladılar, 3-5 bin kişiyi işkenceden geçirdiler. 50 kadar kişiyi astılar. Öğretmenleri, memurları sürdüler, kitapları yaktılar filan. Hepsi göstermelikmiş, bizi darbeye inandırmak için.
Oysa, Ergenekon soruşturmasıyla anlıyoruz ki; bizi resmen aldatmış, sözde darbeciler.
Ne onların yaptıkları darbeymiş, ne de kendileri darbeci.
Ben şahsen, şofbende tabanca saklamayana darbeci demem arkadaş. Kasanda da her an için 3 milyon Dolar para bulunduracaksın.
Etkili, yetkili askeri makamlarda bulunan general, amiral, albay, binbaşı darbe mi yaparmış? Darbe yapmak için önce gazeteci olacaksın. Ülkede demokrasiyi yıkıp, dini esaslara dayalı devlet kurmak isteyenlerin olduğunu yazıp çizeceksin. “Ergenekon, her yere kon” diyeceksin.
Hadi gazeteci değilsin diyelim. O zaman ciddi bir “oda”nın birisinde ya da siyasi partilerin birisinde yönetici konumunda olacaksın. Çıkıp, memleketin, vatandaşın sorunlarını anlatacaksın, çözüm yolları önereceksin.
İlla ki darbe yapmak için asker kökenli olmak gerekiyorsa; o zaman emekli olduktan sonra şehir şehir, kasaba kasaba gezip konferanslar vereceksin, panellere katılacaksın. En azından bir sivil toplum örgütünün başında olacaksın.
Darbeciliğin siyasi ayağı da olmalı. Mensubu bulunduğun partinin uygulamalarını eleştirip, disiplin kurulunca partinden ihraç edilmezsen darbeci olamazsın.
Sadece siyasilerle, sivil toplum örgütleriyle, emekli paşalarla darbe olmaz tabi. Aranıza öğretim üyelerini, eski rektörleri de alacaksınız ki, darbe cahil kalmasın…
Ha; az daha mafyaları, çeteleri unutuyordum… Darbe koşullarını hazırlamak, toplumda korku yaratıp, tedirginlik oluşturup, insanların “Keşke darbe olsa da, şu işler düzelse” demesini sağlamak için bu yasadışı örgütlenmelere de ihtiyaç var… Hem böylece, kim darbeci, kim çete mafya, içinden çıkmak da zor olur. Darbe örgütlemesinin çözülmesini zorlaştırmak için, aranıza susurlukçu, eski MİT’çi, eski polis de katacaksın ki, bu işin üzerine gidenlerin kafası karışsın.
Tabi bu kafa karıştırma işi çok önemli. Olur olmaz kişilerle fotoğrafla çektireceksin. Tüm telefonlar dinlendiği için, darbeci arkadaşlarınızın dışında herkesi arayıp, kadro sayısını kabarık göstereceksin. Böylece iddianame 2 bin 500 sayfaya, belge 2 milyona çıkacak ki, kimse bırakın incelemeyi, sayfaları, belgeleri saymaya bile zaman bulamayacak.
İşte darbecilik böyle olur.
Kenan Evren’in ve öncekilerin yaptığı; darbe tiyatrosu, darbe müsameresiymiş meğer.
Allah bizi, böyle tiyatrolardan, müsamerelerden korusun.

15 Temmuz 2008 Salı

PARİS


Paris, Fransa'nın başkenti ve Île-de-France bölgesinin merkezidir ve Seine nehri'nin üzerine kurulmuştur. Tüm dünyada anıtları, sanatsal ve kültürel yaşamı ile tanınmış (bilinen) olan Paris aynı zamanda dünya tarihinde önemli bir şehir (kent) olmakla birlikte, başlıca ekonomik ve politik merkezler arasında yer almakta ve uluslararası taşımacılığın geçiş noktalarından birini oluşturmaktadır. Moda ve lüksün dünya başkentidir ve "Işık Şehir" (Ville de Lumière) diye de anılmaktadır (bilinmektedir.)2004 yılında Paris şehir sınırları içindeki nüfusun 2.153.600 kişi olduğu INSEE (Institut national de la statistique et des études économiques - Ulusal istatistik ve ekonomik çalışmalar enstitüsü) tarafından tahmin edilmektedir. [1] 20. yy.'da şehir sınırlarının dışına taşarak büyümüş ve banliyöleriyle birlikte 2007'da 12,1 milyonluk nüfusa ulaşmıştır. [2]. Paris şehrinin özlü sözü Latince "Fluctuat nec mergitur" yani "Sallanır ama batmaz" (Fransızca:« Il est battu par les flots sans être submergé »). Şehrin armasındaki "Scilicet" yani gemiyi anlatmak için kullanılır. Bu gemi Ortaçağ'da şehri yöneten güçlü "Gemiciler" (Nautes) ya da "Su tüccarları"nın kurduğu birliği sembolize eder. Şehrin koruyucusu, 5. yy.'da Attila'yı şehri yıkmaması için ikna ettiğine inanılan Azize Geneviève'dir
netten alıntıdır

14 Temmuz 2008 Pazartesi

LUXURY YACHT




Foster + Partners - Yachtplus (Copyright Foster +Partners)Platinum, the world’s largest yacht, here in Dubai

For the city-country Monaco Foster + Partners has designed a yacht club that features a nautical iconography, to be more precise – that of a luxury yacht. The stepped decks, aerodynamic perimeter, fully glazed facades, and – off course – flags on the back.The building is mainly used as a stage, simultaneously for yacht-races at the seaside and the famous F1 Grand-Prix at the roadside. The decks are further programmed from the lower level upwards with shops, a rowing club and sailing school, then a clubroom, bar and restaurant, further up a ballroom, and to finish an apartment for the club secretary together with a series of cabins for visiting guests.The iconography and function of the building is similar to the stacked-decks-pavilion that David Chipperfield designed for the America Cup, in the city of Valencia.

13 Temmuz 2008 Pazar

Teknologi, LLC

is a Healthcare Information Technology company. The company provides products and services that enable small and medium sized medical offices to provide better patient care while improving the bottom line.
The company's flagship product, MedSpeech, a voice-recognition-based transcription and Electronic Health Record system, enables physicians to create patient encounter records in real-time while eliminating the needs for traditional transcription services. Other Teknologi's products help streamline the medical office processes and workflow.
Teknologi's services department provides the full spectrum of IT services from system design, to implementation, to end-user support. Teknologi has the expertise and experienced helping medical offices select, implement, and integrate practice management and electronic health record systems.

Dragimoya: Teknologinørden fra Esplanaden fylder 95 år

Dragimoya: Teknologinørden fra Esplanaden fylder 95 år

Teknologinørden fra Esplanaden fylder 95 år

Af KRISTIAN HANSEN, Computerworld
Offentliggjort 11.07.08 kl. 13:02
Mærsk Mc-Kinney Møller førte Danmarks største virksomhed vellykket gennem den digitale revolution. Med sund fornuft og indsigt i teknologi fik han vendt it-bølgen til egen fordel.

Mærsk Mc-Kinney Møller. Foto: Carsten Andreasen.
På søndag fylder en af Danmarks mest betydningsfulde erhvervsfolk nogensinde 95 år.
Fra Mærsk Mc-Kinney Møller tiltrådte som ankermand hos Danmarks største virksomhed A.P. Møller - Mærsk i 1965, til han slap tøjlerne i 2003, har han styret organisationen gennem en digital revolution.
Ingen virksomhed vil kunne overleve denne periode uden at mærke og tilpasse sig de enorme it-fremskridt i samfundet og erhvervslivet, der er sket i perioden.Og skibsrederens succesrate og selskabets evige vækst vidner om, at Mærsk Mc-Kinney Møller ikke er tabt bag en it-vogn.IBM-gut og nørdTværtimod er skibsrederen kendt som lidt af en teknologinørd.Udover en indgående evne til at sætte sig ind i alle detaljer, herunder tekniske detaljer ved for eksempel opførslen af Operahuset, var det i Mærsk Mc-Kinney Møllers sekretariat, at ideen til Mærsk Data blev født.Tidligere skibsreder Bjarne Hansen, der har været direktionsassistent i sekretariatet, forklarer, at man tumlede med forskellige nye tiltag og ideer.“En havde dataudvikling som sin særlige arbejdsopgave. Han forlod sekretariatet for at koncentrere sig herom. Det blev siden til det store Mærsk Data,” siger Bjarne Hansen i bogen ‘Myten Møller’.Mærsk Data skulle groft sagt levere it til organisationen, frem for at dette skulle købes udefra.Men Mærsk Mc-Kinney Møller var opmærksom på, at det ikke er nogen let opgave at indføre nye arbejdsrutiner og mere effektive arbejdsgange ved hjælp af ny teknologi.“At ændre et organisationsapparat er ofte svært. Mennesket kan godt lide det tilvante. Men det er nødvendigt at finde nye, bedre, mere lønnende, men samtidig billigere veje og metoder, og det er spændende at medvirke hertil,” har Mærsk Mc-Kinney Møller udtalt i bogen ‘Den der har evnen’ om det fortsatte behov for at effektivisere forretningsgangene i rederiet.Mærsk-selskabets tætte forhold til IBM blev grundlagt tidligt.Det begyndte allerede i 1956, da A.P. Møller – Mærsk lejede sin første hulkortsmaskine hos IBM for 38.000 kroner om året. Det blev samtidig grundlaget for ‘elektronisk databehandling’ i Mærsk-koncernen.Det var vennen fra USA, Tom Watson, som Mc-Kinney Møller kendte fra et ophold i landet i sine unge dage, der inviterede Mærsk Mc-Kinney Møller med i bestyrelsen hos IBM, som den første udlænding nogensinde.IBM beskæftigede ved skibsrederens indtrædelse i bestyrelsen i 1970 260.000 mennesker og omsatte for 54 milliarder kroner årligt.Mærsk Mc-Kinney Møller fortsatte som medlem af bestyrelsen frem til 1984, hvor han faldt for aldersgrænsen.Dog fortsatte han i IBM’s rådgivende bestyrelse, ‘The Advisory Board’, der bestod af tidligere topchefer hos IBM. Her sad han frem til 1993.Og der hersker ingen tvivl om, at Mærsk Mc-Kinney Møller var respekteret i IBM’s bestyrelse, vidner udsagn fra bestyrelseskollegaer om.Digitalt image slår sprækkerEfter Mærsk Mc-Kinney Møller overlod roret for A.P. Møller - Mærsk til bestyrelsesformand Michael Pram Rasmussen, og inden det, administrerende direktør Jess Søderberg, begyndte it-problemerne for alvor at vælte ind over selskabet.Selskabets digitale image led store tab, da sammenlægningen med P&O Nedlloyd og indførsel af et nyt it-system var så dårlig en kombination, at kunder fik forkert fragt, til det forkerte sted til den forkerte pris.I rene it-udgifter kostede skandalen 1,3 milliarder kroner.Ifølge flere medier udløste problemerne, ikke mindst på image-fronten, et reelt blodbad på ledelsesgangene i koncernen, hvor flere blev afsat.Bestyrelsesformand Michael Pram Rasmussen fortsatte imidlertid.Formandens tilgang til it går uden om konsulenter.“De lover besparelserne, inden de kommer ind ad døren. Det er da hamrende useriøst. Jeg er holdt op med at læse tilbuddene. De ryger lige i papirkurven.” har bestyrelsesformanden sagt om it-konsulenter.Den administrerende direktør Jess Søderberg, der gik kort tid efter it-balladen, har måske også troet, at han kunne klare it-udfordringerne via interne ressourcer.I hvert fald kan han bedst betegnes som en it-utopist, der selv forsøgte sig som it-iværksætter i sine unge dage.Han havde en måske for stor tiltro til, hvad it kan udrette.Under alle omstændigheder lykkes udrulingen af det nye it-system og sammenlægningen med P&O Nedlloyd ikke - den var til en klokkeklar dumpekarakter på Esplanadens karakterskala.Hvad den gamle skibsreder Mærsk Mc-Kinney Møller mener om it-problemerne, er aldrig sluppet ud.Men hans tiltro til digitale tiltag under hans regerende tid i koncernen blev grundigt kombineret med omhu og omtanke - ikke gigantiske virksomhedssammenlægninger.Læs også "It-arven hos Mærsk"

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Şeriat mı, darbe mi?

Deveye sormuşlar, “Yokuşu mu seversin, inişi mi?” diye. Hani deve de “Bu işin düzü yok mu?” demiş ya.
Bugünlerde insanlar ya şeriatçı, ya da darbeci gibi görülüyor. Bir insan şeriatçı değilse, darbecidir; ya da darbeci değilse, mutlaka şeriatçıdır!..
Böyle bir tercihe zorlanabilir mi insanlar? Mutlaka şeriattan veya darbeden yana olmak zorunda mıyız? İkisinin arasındaki, sağdan sola, demokrasinin geniş yelpazesi içerisindeki yüzlerce, binlerce düşünce, inanç, dünya görüşü tercihinin birisinden yana olunamaz mı?
“Eve Dönüş” filmini izleyenlerin hafızalarından silinmeyecek bir olay vardı.
1980 darbesi döneminde insanlara en ağır suçlama “komünist” damgasıydı.
Bir insandan intikam alacaksanız, hasmınızsa, sevmiyorsanız “komünist” ihbarında bulunmanız yeterliydi.
“Eve Dönüş” filminde de kiracısını evden çıkartamayan bir ev sahibi, kiracısının komünist olduğunu ilgili makamlara bildirir. Hatta komünist bir örgütün liderlerinden olduğunu iddia eder.
Polis sorgusuz sualsiz kiracıyı gözaltına alır… Aylar süren ağır işkencelerin ardından kiracının iddia edilen kişi olmadığı anlaşılır ve serbest bırakılır ama, kiracı evine döndüğünde, erkekliği dahil bir çok değerini de yitirmiştir. Geceleri işkence korkularıyla uyanır, eşiyle, çocuklarıyla, çevresiyle normal insani ilişkiler kuramaz. Bir kuru iftira nedeniyle hayatı kararmıştır kiracının.
Daha sonraki dönemlerde, insanlara “komünist” suçlaması para etmedi. Çünkü Türkiye’de komünist partileri kuruldu, komünizmi savunmak suç olmaktan çıktı.
Tam da bu dönemlerde Türkiye’nin başına PKK belası sarıldı… Artık sevmediğiniz kişileri, hasımlarınızı, intikam almak istediğiniz insanları “PKK’lı bölücüdür” diye ihbar etmeniz, imzasız mektuplar yazmanız yeterli hâle geldi. Bu ihbarlarla da kim bilir kaç kişi işkencelerden geçti, kim bilir kaç kişi aylarca, yıllarca cezaevlerinde kaldı, kaç kişinin hayatı karardı.
Uzun yıllar süren bu suçlamalar artık demode olunca, şimdilerde yeni bir yafta bulundu: Darbeci…
Darbeyi askerler yapar diye bilirdik. Meğer gazeteciler, işadamları, emekli askerler, öğretim üyeleri, yazarlar-çizerler de darbe yaparmış; öğrenmiş olduk.
Ergenekon soruşturması kapsamında yüzlerce kişi gözaltına alındı. Şu anda 58 kişi tutuklu.
Bu kişilerle ilgili iddianame henüz hazırlanmadı ama, suçlama “Darbe yapmak amacıyla silahlı terör örgütü kurmak veya bu örgüte üye olmak ya da üye olmadan destek vermek”…
Yani deniyor ki, Türkiye’de darbe yapmaya teşebbüs etmek suçtur… Tabi ki suçtur. Darbe, aklı başında hiçbir insanın savunamayacağı totaliter, baskıcı bir eylemdir… Demokrasinin hiçbir ilkesinin uygulanmadığı bir uygulamadır. Tamam da darbe yapma teşebbüs etmek suçsa, darbe yapmak, darbeyi gerçekleştirmek çok daha ağır bir suç değil mi? Darbe yapmak için örgüt kuranlar, bugün gözaltına alınıyor, tutuklanıyorsa; bırakın teşebbüsü, planı; resmen darbe yapanlar hakkında niye bir soruşturma, yargılama yok? Bunu anlamak mümkün değil. Yani darbeye teşebbüs edersen büyük vatan hainisin; darbe yapar, başarılı olursan kahramansın.
Darbeler, insanlara hayatı zindan eden, yasaların, anayasanın, insan haklarının askıya alındığı, keyfi uygulamaların hüküm sürdüğü dikta rejimleridir. Bu rejimden bir avuç darbeci dışında herkes zarar görür. İnsanım diyen herkesin karşı çıkması gereken bir eylemdir.
Ama darbeye karşı çıkan herkesin de şeriatçı olması mı gerekir. Asla. Al birini vur ötekine. Darbeler ne kadar insanlık dışı uygulamalarla doluysa, şeriat yönetimleri de, o kadar çağdışı, insanlık dışıdır.
Bu işin düzü yok mu demiş deve…
Şeriat mı, darbe mi diyenlere de, “Demokrasi yok mu?” demenin zamanı şimdi. Bu ses gür yükseldikçe, darbeciler de şeriatçılar da amaçlarına ulaşamaz.
Demokrasi savunucularına, yanlılarına, bu dönemde büyük görevler düşüyor.

3 Temmuz 2008 Perşembe

Ben de travma geçiriyorum

Cumhuriyetin kurulmasının ardından kimler travma geçirdi; aradan 85 yıl geçmesine karşın hâlâ kimler bu travmanın etkisinden kurtulamıyor bilmiyorum ama; son gelişmelerden sonra ben resmen ağır travmalar geçiriyorum.
Hafızaları zorlayıp, son 1 yıla, 2-3 yıla gitmeye gerek yok. Son 3-4 ay içerisinde yaşadıklarımız bile aklı başında her insanın travma geçirip komaya girmesine fazlasıyla yeter.
Gelişmeler öyle hızlı ki, başdöndürücü nitelikte… Türkiye’de 3 ayda yaşananlar; herhangi bir Asya, Afrika ülkesinde 3-5 yılda; İsveç’te 10 yılda; İsviçre’de 15 yılda yaşansa, kıyamet kopar. Fakat Türkiye’de öyle şeyler oluyor ki, ne kimse anlam verebiliyor, ne de kimse gelecek için umutlarını koruyabiliyor.
Şubat ayından bu yana yaşananları kaba hatlarıyla bir hatırlayın. Siyasette, ekonomide dengeler altüst oldu; insanların psikolojisi bozuldu, metabolizmalarımız neye ulum sağlayacağını şaşırdı.
AK Parti’nin kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı dava açtı.
“Darbe yapmak amacıyla silahlı terör örgütü kurmak” iddiasıyla “Ergenekon” operasyonu başlatıldı.
Elektriğe 3 ayda yüzde 41 zam yapıldı.
Üniversitelerde kız öğrencilerin türbanla derse girmelerini öngören yasa, Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildi.
AK Parti’nin kapatılma davasında, Başsavcı sözlü iddialarını, Yüksek Mahkeme huzurunda yaptı.
Pirinç fiyatları 2 kat arttı.
Ergenekon davasında bir adım daha atıldı, ünlü iş adamları, gazeteciler, emekli generaller gözaltına alındı.
“Petrolün varili 100 Dolara çıkarsa, Dünyada büyük kriz çıkar” derken, petorolün varili (1 Temmuz itibariyle) 149 Dolara yükseldi.
Son 3-4 ayda onlarca kez sınır ötesi harekat yapıldı, yurt içinde de PKK’ya yönelik operasyonlar sürdürüldü. Her gün şehit haberleri gelmeye devam ediyor.
İşsizlik oranı resmi rakamlara göre yüzde 10.7’ye yükseldi.
11 aydır yüzlerce kişinin gözaltına alındığı, 50 kişinin hâlen gözaltında bulunduğu, yüzlerce kişinin gözaltına alınması için hazırlıkların yapıldığı Ergenekon davasında iddianame hazırlıklarının sonuna gelindiği açıklandı. İddianamenin 2 bin 500 sayfadan ve 4 milyon belge ve delilden oluştuğu bildirildi.
Ekmek fiyatlarındaki artış yüzde 50’leri geçti.
AK Parti’nin kapatılma ihtimaline karşı, Tayip Erdoğan’ın yasaklı duruma düşmesi halinde; tekrar başbakan olabilmesi için yasalardaki boşluklar tespit edildi; hazırlıklar hızlandırıldı.
Yaz aylarının başlamasıyla birlikte, her yıl olduğu gibi yine orman yangınları başladı ve binlerce hektar ormanlık alan kül oldu.
Son yıllarda düşme eğilimi gösteren enflasyon; kasıtlı düşük gösterme çabalarına rağmen tırmanışa geçti.
Kuraklık nedeniyle özellikle tahılda büyük bir ürün kaybı yaşanıyor ve ekonomiye olumsuz etkisinin önümüzdeki dönemlerde ağır biçimde hissedileceği tahmin ediliyor.
Ergenekon davasındaki son gözaltına alma olaylarında izlenen yöntemler; ordu evlerine, askeri lojmanlara, evlere, işyerlerine düzenlenen baskınlar; telefon dinlemeleri; toplumda tüm bir tedirginlik ortamı ve gerginlik yarattı. Kimin ne zaman, ne yöntemlerle gözaltına alınacağı; neyle suçlanacağı merak edilir oldu; resmen bir “korku toplumu” oluştu.
Ben travma geçirmeyim de, kimler geçirsin?

Mehmet Atılgan

1 Temmuz 2008 Salı

ERGENEKON VE ÇETELER

(Not: Bu yazı, 25 Mart 2008 tarihinde tarafımdan yazılmıştır)

Kim, neden bu soruşturmaya ya da operasyona “Ergenekon”adını vermiş bilmem de; herhalde Dünyada, sağcısı, solcusu, İslamcısı, işadamı, mafyası, askeri, polisi, öğretim üyesi bir olup bir çete kurduğu, aynı dava dosyasında yer aldığı bir başka soruşturma olayı yoktur.
Evet, neden “Ergenekon”?
Nedir “Ergenekon”?
Ünlü Ergenekon Destanı’yla bu soruşturmanın ne ilgisi var?
Ya da bu ünlü destanla, bu ünlü soruşturmayı bileştirirsek, nasıl bir tablo ortaya çıkar, bir bakalım.
Ergenekon destanı, Göktürkler'in türeyişini anlatan bir Türk destanıdır. Genel olarak, düşman tarafından hile ile yenilgiye uğratılan Türklerin, Ergenekon Ovası'nda yeniden türeyip tekrar eski yurtlarına dönerek düşmanlarıyla çarpışmalarını anlatır. Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum, başta Doğu Perinçek ve İlhan Selçuk olmak üze tüm yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler, emekli tuğgenerel Veli Küçük ve mafya babası Sedat Peker önderliğinde birleştiler, Türkler'in üzerine yürüdüler.
Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler.
Emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin ve Susurluk sanığı Yaşar Öz’ün de aralarında bulunduğu düşman kuvvetleri gelince vuruşma da başladı. Günlerce savaştılar.
Sonuçta Türkler, bu savaştan galip çıktılar. Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri konumundaki Gazeteci Vedat Yenerer, Doç Dr. Emin Gürses ve daha niceleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: "Türklere hile yapmazsak halimiz yaman olur" Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar" deyip artlarına düştüler. Başlarını gazeteci İlhan Selçuk ve yılların politikacısı Doğu Perinçek’in çektiği düşman, Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkleri öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler.
O çağda Türkler'in başında İl Kağan vardı. İl Kağan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan'ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: "Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım." Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler. Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu. Türkler'in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler.
Bu ülkeye Ergenekon dediler. Dediler demesine de yüzyıllar sonra, her ideolojiden, her meslekten, her konumdan insanların gözaltına alınıp, tutuklanacağı bir operasyona da bu ismin verileceğini nerden bilsinlerdi? Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti. Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.”
Bu kararı duyan Hrant Dink davası sanıklarının avukatı Kemal Kerinçsiz Doç Dr. Ümit Sayın ve niceleri kara kara düşünüp çareler aramaya başladılar. Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar.
O zaman bir demirci dedi ki: "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir." Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tengri'nin yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu…
Bu yol; Türkler’in kurtuluş umudu; İlhan Selçuk’un, Doğu Perinçek’in, Veli Küçük’ün, Susurluk sanıklarının, öğretim üyelerinin, emekli güvenlikçilerin ve hatta Akın Birdal suikastı sanığı Semih Tufan Günaltan’a, seri katil olduğu iddia edilen Durmuş Anuçin’e varıncaya kadar, sağcı, solcu, İslamcı, çete, mafya herkesin korkulu rüyası olur…
Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt'un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon'dan çıktılar. Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türkler’in bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.
Kutlarlar, kutlamasına da… Düşman durur mu? İşçi Partili Ferit İlsever, Serhan Bolluk, Susurluk sanığı Sami Hoştan, Türkler’in bu toparlanmasını ve güçlenmesini bir türlü hazmedemezler. Bu ekibe kimler katılmaz ki?.. Eski yüzbaşı Zekeriya Öztürk, eski uzman çavuş Muhammet Yüce, Kahraman Şahin, Erol Ölmez, özel büro sorumlusu Erkut Ersoy, emekli kurmay albay Mehmet Fikri Karadağ, Hüseyin Görüm, Oğuz Alpaslan Abdülkadir, Hüseyin Gazi Oğuz, Sevgi Erenerol, Abdullah Arapoğlu, işadamı Levent Kara, Ümit Oğuztan , Vatan Bölükbaşoğlu…
Ergenekon'dan çıktıklarında Türkler’in kağanı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler gönderdi; Türkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türkler'in buyruğu altına girdi.
Bu durum; Doğu Perinçek, Veli Küçük, Sedat Peker, İlhan Selçuk, Danıştay saldırısı sanığı Alparslan Arslan gibi birbirlerine hiç benzemeyen , devletin gizli belgelerini eline geçiren, devlet içinde gizlice örgütlenmiş, darbe heveslisi kesimleri harekete geçirir. Onlar harekete geçer de, devlet uyur mu? Sabahın köründe evler basılır, bürolar aranır… Onlarca kişi gözaltına alınır, tutuklanır. Binlerce kişi listelenir, takibe alınır… Bunun adı da “Ergenekon”dur…



Ve bugün 1 Temmuz 2008

Aralarında Atatürkçü duruşlarıyla toplumun her kesiminin desteğini ve takdirini kazanan Mustafa Balbay, Sinan Aygün ve emekli generaller Hurşit Tolon ile Şener Eruygur'un da aralarında bulunduğu 25 kişi daha Ergenekon kapsamında gözaltında... Ergenekon'dan çıkalı yüzyıllar oldu, hâlâ nereye, nasıl yürüyeceğimizi bulamadık.
Sırada kimler mi var? Sen, ben, öteki, diğerleri... Hepimiz.