28 Nisan 2008 Pazartesi

Sporların en güzeli; piknik...


Üzerinize afiyet, sigaradan kaynaklı biraz nefes darlığı çekiyorum.

Gittiğim doktorlara daha muayene başlamadan “sigarayı bırak diyeceksen, hiç zahmet edip de uğraşma” diye peşin peşin pazarlık yaptığım için; hepsi de çare olarak spor öneriyorlar.

Eeee, bu yaştan sonra Aurellio gibi uyruk değiştirip futbol oynayamayacağımıza; Süreyya Ayhan gibi antrenörümüzle evlenip, üstüne üstlük doping yapıp, ardından da “sponsor bulun” deyip uluslar arası müsabakalardan kaçamayacağımıza göre; durumumuza en uygun sporu araştırmak durumunda kaldık.

Hemencecik bulduk da: Piknik.

Piknik yapmak, doğa sporlarının en zor ama en keyiflilerinden birisidir.

Uygun şartlar bir araya geldiğinde, tadından yenmeyen bir spordur. Bu sporun mana ve ehemmiyetini önce Anadolu’daki ozanlarımız türkülere yansıtarak anlattı ve “Yeşillim, yeşillim, yeşillim Amman/yeşil yaprak altında üşüdüm amman" dediler. Bunu duyan sanat müziği ustaları da aşağı kalır mı? Onlar da “O ağacın altını şimdi hatırlıyor musun?” diyerek, en güzel pikniğin ağaç altında yapılacağının altını çizdiler.

Ve insanoğlu, bunun üzerine, piknik yapmanın mana ve ehemmiyetini şarkılarla, türkülerle kavramış oldu. Bu sporun iyi tarafı; basketteki gibi 5 faulden sonra sizi oyundan atmazlar, steps filan da yoktur. Futboldaki gibi küfürden sonra kırmızı kart da yok. Greko Romen güreşte belden aşağı hamle yapamazsınız ama, piknikte bu sorun da yok.

Başka bir güzel yanı, hatta en güzel yanı; kimsenin gelip de “Niye yan gelip yatıyon” deme şansı ve hakkı yok. Hatta piknikteki hareketlerinizden dolayı hiç kimse “terbiyesizlik yapma lan. Ananı da al git” filan diyemez. Yani pikniğe ananızı da götürmenizde hiçbir sakınca yok. Başına bir hâl gelmez merak etmeyin.

Piknik için koşu parkurları, spor salonları veya olimpik havuzlar gerekmez, bu yüzden hükümetle, milletvekilleriyle ve belediye başkanlarıyla, hatta valilerle hiç işiniz olmaz. Ne vekillerin “kapalı spor salonuna şu kadar para tahsis ettik” gibi başınıza kakıncı olur; ne belediye başkanlarının “piknik kulübü”ne belediyemiz şu kadar yardım yapmıştır söylemlerine muhatap olursunuz; ne de valiler sizin pikniğinize müdahale için il genel meclisinde karar çıkartabilirler.

Haaa; piknik dönüşünde trafik ekiplerinin promil kontrolü konusunda bir şey diyemeyiz. Tek olumsuz ve güzel bir günü zehredebilecek tehlike bu.

Piknik için gerekli ekipmanlar da şunlardır: Mangal ve biraz kömür. Yeterli sayıda şiş ve ızgara. Bir top ile birkaç çalgı aleti de olursa fena olmaz...

Fenerbahçe maçını dinlemek için pilli radyo (Radyo ucuzundan olmalı. Spikerler yarım saat skoru söylemezse, kırmak serbest)…

Domates, roka, salatalık, soğan, taze nane, marul, maydanoz, limon, yeşil biber. Bol ekmek (adam başı bir tane sayın, fazladan da 2-3 tane daha alın. Davetsiz misafir filan gelir) Kişi başı 5 bira veya bir 35’lik… Yeterince et, kıyma veya tavuk; mevsime göre balık da olabilir; piknikte domatesli makarna yapmak gibi bir densizlik ayıp olur.

Herkes kendi sigarasını alsın, piknikte otlakçılık çok ayıp... Karışık meyve. Çocuklar için kola, meyve suyu. Eşofman ve spor ayakkabısı. Gününü anlam ve önemini ölümsüzleştirecek fotoğraf makinesi.

Bu malzemeler eksiksiz olarak tamamlanır ve bir pazar sabahı yola çıkılır. Güzel bir dağ eteğinde, yeşillikler içinde, ağaçlar altında, suya yakın bir mekanda, bu malzemeler kullanılarak, güzel bir spor yapılır.

Cümleten yarasın.

Sporun böylesine can kurban.


MEHMET ATILGAN

23 Nisan 2008 Çarşamba

Hayatla düello

Zaman zaman format atmak hayata;
Düştüğün yerden doğrulup,
İlk adımla yeniden başlamak;
Tüm içimizi kemiren güçlüklere,
Meydan okuma gücü bulmak kendimizde...
Ve inadına mücadele, acımasız yaşamla...

Yoksa; yer bitirir
İçimizdeki kırıklar,
Beynimizdeki virüsler,
Ruhumuzdaki şeytanlar…

“Yerden yere vurdun sen beni felek”
O, dündü.
“Dün dünle gitti cancağızım,
Bugün yeni şeyler söylemek lazım.”

Bugün, hayatın ilk günü
Bugün, yeni bir başlangıç
Bugün, güzelliklere ilk uzanış…

17 Nisan 2008 Perşembe

Öğretmenler ve arabaları...




Allah, hiçbir öğretmeni öğrencilerin diline düşürmesin.
Hele, gerçekten de bir zaafı varsa öğretmenin…
Öğrencinin bu zaafı sezmemesi, fark etmemesi mümkün değil.
Sonrası da mâlum… Dilden dile bütün okula, hatta tüm kente yayılır öğretmen…

Başka illeri bilmem de; bizim kentte arabası olmayan çok az.
Okula gidiş gelişlerinden, arabalarını park etmelerine ya da arabayla ilgili sohbetlerine varıncaya kadar tüm öğretmenlerin davranışları da, öğrenciler tarafından sürekli mercek altında tutulur.
Bir okulumuzun bayan yöneticisinin Mercedes marka bir otomobili vardır. Yıllardır bu arabayla okula gelip gider. Tüm öğrenciler de, ne zaman hocalarıyla bir araya gelseler, sohbet konuları araba; özellikle de Mercedes’tir.
Okul yöneticisi hemşerimiz, bir gün okula Toros marka araba ile gelir. Meraklı öğrenciler, bir bir hocalarını çevirip bu değişikliğin nedenini sorar. Her öğrenciye “Mercedes’i satmak üzere galeriye bıraktım. Satılınca jeep alacağım. O zamana kadar da galeriden geçici olarak aldığım Toros’u kullanıyorum” demekten bıkan hemşerimiz, sonunda öğrencileri okulun bahçesine toplar ve “Size bir basın açıklaması yapacağım” diye söze başlar. Sonra da “Arkadaşlar, herkese ayrı ayrı cevap vermekten usandım. Toplu olarak anlatayım da, bu meseleyi kapatalım. Eski arabamı satmak için galeriye bıraktım. Oradan da geçici olarak aldığım Toros’a biniyorum. Lütfen kimse bur daha bu konuyu bana sormasın” der.
Yine aynı okulda 1.95 boylarında 90-95 kilo ağırlığında iri yarı bir öğretmen vardır. Fakat arabası, kendi bünyesinin aksine ufak-tefektir. Palio marka otomobile binip inmesi tam bir işkencedir öğretmenin. Öğretmen, dersi bitip de okuldan ayrılacağı zaman tüm öğrenciler dersi bırakıp pencerelere dizilir. Öğretmen otomobilinin kapısını açar. Önce kafasını içeriye sokar. Sonra ayakları dışarıda kalacak biçimde yavaşça oturur. Daha sonra güçlükle sağ ayağını arabanın içerisine atar. Son olarak da sol ayağını içeri sokar ve kapıyı kapattığında tüm öğrencilerden bir alkış tufanı kopar… Bu sahne, öğretmenin her okula gelişinde ve okuldan ayrılışında tekrarlanır.
Bir başka okulumuzda, oldukça titiz, dikkatli bir bayan öğretmenimiz de okula arabasıyla gelip gider… Gelip gider de; o denli dikkatli ve hassastır ki, okuldan eve; evden okula arabayla gelip gitmesi, yürüyerek gelip gitmesinden çok daha fazla zaman alır… Arabaya binip, sağa sola bakması, aynaları kontrol etmesi, arabayı çalıştırıp yavaşça vitese geçirmesi, ayağını ağır ağır debriyajdan kaldırıp hareket etmesi, tam bir fasıldır… Öğretmen bu hamleleri yapıp, okulun bahçesinden çıkıncaya kadar, tüm öğrenciler servislerine binip bir çoğu evlerine varmaktadır… İyi niyetli öğretmen bazen, kendi evinin yolundaki öğrencileri arabasıyla götürme teklifinde bulunur. Acelesi olmayanlar, binip sohbet ede ede 30-40 kilometre hızla birkaç saat sonra evlerine varırlar… Bazıları da öğretmenlerinin bu teklifini “Sağolun hocam, benim biraz acelem var, yürüyerek gideceğim” diye geri çevirir.
Bir bayan öğretmen, arabasını erkek kardeşiyle birlikte kullanırlar… Erkek kardeşi bazen arabayı aldığında, arkadaşlarıyla birlikte değişik yerlerde bira içmeye gider… Öğrencilerin gözünden kaçar mı? Ertesi gün bayan öğretmenlerine takılırlar: “Hocam, dün yine Akbayır sırtlarında bira içiyordunuz galiba”…
Biraz da şoförlükte acemi öğretmen hemşerimiz, karlı bir havada okuldan otomobiliyle ayrılacağı zaman, bazı şeytan öğrenciler “Aman hocam bu havada kayarsın, zincir takın da gidin” der. Zincir takmayı bilmeyen öğretmen, öğrencilerden yardım ister. İşi bilen ve öğretmeni madara etmek isteyen birkaç tanesi zinciri bagajdan çıkarıp Renault marka otomobilin arka tekerlerine takarlar. Ertesi gün okula gelen ve önden çekişli arabaların arka tekerlerine takılan zincirin faydası olmayacağını bilmeyen öğretmen, sınıfta “Ya çocuklar, zincir de taktım ama, araba yine kayıyor” deyince, zaten ders öncesi epeyce yapılan dedikoduyla konuyu iyi bilen öğrenciler kahkahadan kırılır….
Dedik ya… Allah hiçbir öğretmeni, öğrencilerin diline düşürmesin…

Öğretmenler ve arabaları...

Allah, hiçbir öğretmeni öğrencilerin diline düşürmesin.
Hele, gerçekten de bir zaafı varsa öğretmenin…
Öğrencinin bu zaafı sezmemesi, fark etmemesi mümkün değil.
Sonrası da mâlum… Dilden dile bütün okula, hatta tüm kente yayılır öğretmen…

Başka illeri bilmem de; bizim kentte arabası olmayan çok az.
Okula gidiş gelişlerinden, arabalarını park etmelerine ya da arabayla ilgili sohbetlerine varıncaya kadar tüm öğretmenlerin davranışları da, öğrenciler tarafından sürekli mercek altında tutulur.
Bir okulumuzun bayan yöneticisinin Mercedes marka bir otomobili vardır. Yıllardır bu arabayla okula gelip gider. Tüm öğrenciler de, ne zaman hocalarıyla bir araya gelseler, sohbet konuları araba; özellikle de Mercedes’tir.
Okul yöneticisi hemşerimiz, bir gün okula Toros marka araba ile gelir. Meraklı öğrenciler, bir bir hocalarını çevirip bu değişikliğin nedenini sorar. Her öğrenciye “Mercedes’i satmak üzere galeriye bıraktım. Satılınca jeep alacağım. O zamana kadar da galeriden geçici olarak aldığım Toros’u kullanıyorum” demekten bıkan hemşerimiz, sonunda öğrencileri okulun bahçesine toplar ve “Size bir basın açıklaması yapacağım” diye söze başlar. Sonra da “Arkadaşlar, herkese ayrı ayrı cevap vermekten usandım. Toplu olarak anlatayım da, bu meseleyi kapatalım. Eski arabamı satmak için galeriye bıraktım. Oradan da geçici olarak aldığım Toros’a biniyorum. Lütfen kimse bur daha bu konuyu bana sormasın” der.
Yine aynı okulda 1.95 boylarında 90-95 kilo ağırlığında iri yarı bir öğretmen vardır. Fakat arabası, kendi bünyesinin aksine ufak-tefektir. Palio marka otomobile binip inmesi tam bir işkencedir öğretmenin. Öğretmen, dersi bitip de okuldan ayrılacağı zaman tüm öğrenciler dersi bırakıp pencerelere dizilir. Öğretmen otomobilinin kapısını açar. Önce kafasını içeriye sokar. Sonra ayakları dışarıda kalacak biçimde yavaşça oturur. Daha sonra güçlükle sağ ayağını arabanın içerisine atar. Son olarak da sol ayağını içeri sokar ve kapıyı kapattığında tüm öğrencilerden bir alkış tufanı kopar… Bu sahne, öğretmenin her okula gelişinde ve okuldan ayrılışında tekrarlanır.
Bir başka okulumuzda, oldukça titiz, dikkatli bir bayan öğretmenimiz de okula arabasıyla gelip gider… Gelip gider de; o denli dikkatli ve hassastır ki, okuldan eve; evden okula arabayla gelip gitmesi, yürüyerek gelip gitmesinden çok daha fazla zaman alır… Arabaya binip, sağa sola bakması, aynaları kontrol etmesi, arabayı çalıştırıp yavaşça vitese geçirmesi, ayağını ağır ağır debriyajdan kaldırıp hareket etmesi, tam bir fasıldır… Öğretmen bu hamleleri yapıp, okulun bahçesinden çıkıncaya kadar, tüm öğrenciler servislerine binip bir çoğu evlerine varmaktadır… İyi niyetli öğretmen bazen, kendi evinin yolundaki öğrencileri arabasıyla götürme teklifinde bulunur. Acelesi olmayanlar, binip sohbet ede ede 30-40 kilometre hızla birkaç saat sonra evlerine varırlar… Bazıları da öğretmenlerinin bu teklifini “Sağolun hocam, benim biraz acelem var, yürüyerek gideceğim” diye geri çevirir.
Bir bayan öğretmen, arabasını erkek kardeşiyle birlikte kullanırlar… Erkek kardeşi bazen arabayı aldığında, arkadaşlarıyla birlikte değişik yerlerde bira içmeye gider… Öğrencilerin gözünden kaçar mı? Ertesi gün bayan öğretmenlerine takılırlar: “Hocam, dün yine Akbayır sırtlarında bira içiyordunuz galiba”…
Biraz da şoförlükte acemi öğretmen hemşerimiz, karlı bir havada okuldan otomobiliyle ayrılacağı zaman, bazı şeytan öğrenciler “Aman hocam bu havada kayarsın, zincir takın da gidin” der. Zincir takmayı bilmeyen öğretmen, öğrencilerden yardım ister. İşi bilen ve öğretmeni madara etmek isteyen birkaç tanesi zinciri bagajdan çıkarıp Renault marka otomobilin arka tekerlerine takarlar. Ertesi gün okula gelen ve önden çekişli arabaların arka tekerlerine takılan zincirin faydası olmayacağını bilmeyen öğretmen, sınıfta “Ya çocuklar, zincir de taktım ama, araba yine kayıyor” deyince, zaten ders öncesi epeyce yapılan dedikoduyla konuyu iyi bilen öğrenciler kahkahadan kırılır….
Dedik ya… Allah hiçbir öğretmeni, öğrencilerin diline düşürmesin…

15 Nisan 2008 Salı

Müzedeki gelinlik


Barış gelinliği giymiş bir sanatçı, hoşgörünün ve sevginin filizlenip, yeşerip, Dünyaya yayıldığı Anadolu topraklarında bir cani tarafından katledildi.Pippa Bacca ismiyle tanınan 33 yaşındaki Milano’lu sanatçı Giuseppina Pasqualino di Marine 8 Mart 2008 tarihinde ‘dünya barışına dikkat çekmek, gündeme getirmek ve sembolize etmek’ amacıyla üzerine giydiği barışı temsilen beyaz gelinliği andırır bir elbise ile İtalya’dan Tel Aviv’e kadar otostop yaparak, gitmek üzere yola çıkar.Avrupa'yı geçiyor, Balkanlar'ı geçiyor, ülkeler, kentler, kasabalar geçiyor... buradan da Orta Doğu'ya, Kudüs'e geçmeyi planlayan bu barış gönüllüsü, bizim ülkemizden geçemiyor… Hem de boğulup öldürülerek engelleniyor… Kadın sanaçının suçu, “savaşı ve katliamları” protesto etmek için yola çıkmak. Her türlü kişisel kaygıların dışında, toplumsal sorunlara dikkat çekmek...Giuseppina Pasqualino di Marineo’nun cesedi, Kocaeli’nin Gebze ilçesi Tavşanlı Köyü Ballı Kayalar mevkiinde bulundu. 31 Mart’ta öldürüldüğü sanılan Bacca’nın çıplak olarak ormanlık alana gömüle cesedi, 11 Nisan günü bulunuyor ve kardeşi tarafından teşhis edilerek, katil zanlısı gözaltına alınıyor. Yakalanan kişinin siciline bakılırsa, bu kişi hırsızlık, gasp dahil bir çok sabıkaya sahip. Ama, bir barış elçisini engellemek için öldürecek uluslararası bir terör bağı veya barışı dinamitlemek için böyle bir cinayeti işleyecek nitelikte görülmüyor. Caninin tek hedefi yüreği barış heyecanıyla dolu Bacca’ya tecavüz etmek. Kadın bu iğrenç teklifi kabul etmeyince de, boğarak öldürüyor ve çıplak vaziyette ormanlık alana gömüyor…Bu, ne vahşettir; bu, ne insanlık dışı bir zihniyettir. Şimdi, tarihe bir kara leke olarak geçecek katliamda yaşamını yitiren genç sanatçının gelinliği aranıyor… Bulunursa, müzede segilenecek… Sergilenecek ki, kimin, nerede, neden böyle bir cinayeti işlediği nesiller boyu insanlara gösterilecek… Tıpkı, Münih’te Hitler’in Yahudiler’i yaktığı fırınların, işkence odalarının sergilendiği gibi…Tıpkı, İspanya diktatörü Franko’nun, Şili diktatörü Pinochet’in katliam fotoğraflarının sergilendiği gibi..Denecek ki: “Bir sanatçı, Dünyadaki, özellikle de Ortadoğuda’daki ölümleri protesto için, barışın sağlanması için bu gelinliği giyip; İtalya’dan Tel Aviv’e otostop yaparak gitmek üzere yola çıktı. Avrupa’dan, Balkanlar’dan geçti.Yolculuğunun 8. gününde Türkiye’de bir sapık tarafından öldürüldü.”Her ne kadar olaydan sonra sanatçının kızkardeşi Antonietta Pasqualino ve nişanlısı Giovanni Chiari yaptıkları açılamada, “bu tür sapıklar, Dünyanın her yerinde olabilir. Türkiye’ye mal etmek yanlış olur. Münferit ve adi bir olaydır” deseler de; sonuçta olay Türkiye’de gerçekleşmiştir ve gelinlik sergilendiğinde, not olarak üzerine Türkiye düşülecektir.Müzedeki barışı simgeleyecek gelinlik, Türkiye için bir utanç vesilesi olacaktır.

10 Nisan 2008 Perşembe

Ergenekon ve çeteler

Kim, neden bu soruşturmaya ya da operasyona “Ergenekon” adını vermiş bilmem de; herhalde Dünyada, sağcısı, solcusu, İslamcısı, işadamı, mafyası, askeri, polisi, öğretim üyesi bir olup bir çete kurduğu, aynı dava dosyasında yer aldığı bir başka soruşturma olayı yoktur.
Evet, neden “Ergenekon”?
Nedir “Ergenekon”?
Ünlü Ergenekon Destanı’yla bu soruşturmanın ne ilgisi var?
Ya da bu ünlü destanla, bu ünlü soruşturmayı bileştirirsek, nasıl bir tablo ortaya çıkar, bir bakalım.
Ergenekon destanı,
Göktürkler'in türeyişini anlatan bir Türk destanıdır. Genel olarak, düşman tarafından hile ile yenilgiye uğratılan Türklerin, Ergenekon Ovası'nda yeniden türeyip tekrar eski yurtlarına dönerek düşmanlarıyla çarpışmalarını anlatır.
Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum, başta Doğu Perinçek ve İlhan Selçuk olmak üzere tüm yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler, emekli tuğgeneral Veli Küçük ve mafya babası Sedat Peker önderliğinde birleştiler, Türkler'in üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin ve Susurluk sanığı Yaşar Öz’ün de aralarında bulunduğu düşman kuvvetleri gelince vuruşma da başladı. Günlerce savaştılar. Sonuçta Türkler, bu savaştan galip çıktılar.
Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri konumundaki Gazeteci Vedat Yenerer, Doç Dr. Emin Gürses ve daha niceleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: "Türklere hile yapmazsak halimiz yaman olur"
Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar" deyip artlarına düştüler. Başlarını gazeteci İlhan Selçuk ve yılların politikacısı Doğu Perinçek’in çektiği düşman, Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkleri öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler.
O çağda Türkler'in başında
İl Kağan vardı. İl Kağan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan'ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: "Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım." Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu.
Türkler'in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye Ergenekon dediler. Dediler demesine de yüzyıllar sonra, her ideolojiden, her meslekten, her konumdan insanların gözaltına alınıp, tutuklanacağı bir operasyona da bu ismin verileceğini nerden bilsinlerdi?
Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.
Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.”
Bu kararı duyan Hrant Dink davası sanıklarının avukatı Kemal Kerinçsiz Doç Dr. Ümit Sayın ve niceleri kara kara düşünüp çareler aramaya başladılar.
Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir." Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tengri'nin yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu…
Bu yol; Türkler’in kurtuluş umudu; İlhan Selçuk’un, Doğu Perinçek’in, Veli Küçük’ün, Susurluk sanıklarının, öğretim üyelerinin, emekli güvenlikçilerin ve hatta Akın Birdal suikastı sanığı Semih Tufan Günaltan’a, seri katil olduğu iddia edilen Durmuş Anuçin’e varıncaya kadar, sağcı, solcu, İslamcı, çete, mafya herkesin korkulu rüyası olur…
Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen.
Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt'un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon'dan çıktılar.
Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türkler’in bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.
Kutlarlar, kutlamasına da… Düşman durur mu? İşçi Partili Ferit İlsever, Serhan Bolluk, Susurluk sanığı Sami Hoştan, Türkler’in bu toparlanmasını ve güçlenmesini bir türlü hazmedemezler. Bu ekibe kimler katılmaz ki?.. Eski yüzbaşı
Zekeriya Öztürk, eski uzman çavuş Muhammet Yüce, Kahraman Şahin, Erol Ölmez, özel büro sorumlusu Erkut Ersoy, emekli kurmay albay Mehmet Fikri Karadağ, Hüseyin Görüm, Oğuz Alpaslan Abdülkadir, Hüseyin Gazi Oğuz, Sevgi Erenerol, Abdullah Arapoğlu, işadamı Levent Kara, Ümit Oğuztan , Vatan Bölükbaşoğlu…
Ergenekon'dan çıktıklarında Türkler’in kağanı, Kayı Han soyundan gelen
Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler gönderdi; Türkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türkler'in buyruğu altına girdi. Bu durum; Doğu Perinçek, Veli Küçük, Sedat Peker, İlhan Selçuk, Danıştay saldırısı sanığı Alparslan Arslan gibi birbirlerine hiç benzemeyen , devletin gizli belgelerini eline geçiren, devlet içinde gizlice örgütlenmiş, darbe heveslisi kesimleri harekete geçirir.
Onlar harekete geçer de, devlet uyur mu? Sabahın köründe evler basılır, bürolar aranır… Onlarca kişi gözaltına alınır, tutuklanır. Binlerce kişi listelenir, takibe alınır… Bunun adı da “Ergenekon”dur…

7 Nisan 2008 Pazartesi

Fener, bir de Chelsea'yi elerseee...


Başarı, devamlılık göstermiyorsa, tesadüftür.
Bunu geçmişte bazı başarı göstermiş kimseler veya takımlar için söylemiyorum. Hele hele Galatasaray gibi güzide bir takımımızın UEFA şampiyonluğu gibi bir başarısını gölgelemek için söylemek aklımın ucundan bile geçmez. Çünkü, Galatasaray başarılarını UEFA şampiyonluğundan sonra da devam ettirmiştir. Mesela, bu yıl ligde Fenerbahçe gibi bir Dünya devinin ardından, bugün itibariyle hâlâ ikinci sırada olması bile çok büyük bir başarıdır.
Bu arada şu konuya da değinmenin tam zamanı galiba. Geçen hafta sonu oynanan Fenerbahçe-Kayserispor maçında bir penaltı, bir de ofsayt konusu tartışıldı. Özellikle Galatasaray camiası büyük tepki gösterdi. Haklılar da. Bir Fenerbahçeli olarak o maçtaki penaltının çok ağır bir karar olduğunu; Fenerbahçe’nin ikinci golünde Semih’in ofsayt pozisyonunda olduğunu ben de gördüm. Söylenecek fazla bir şey yok; hakemler büyük takımları tutuyor…
Ertesi gün Gençlerbirliği-Galatasaray maçı oynandı. O maçta da Gençlerbirliği lehine bir penaltı, bir de ofsayt yanlışı vardı… Bir gün önce feryat eden Galatasaray camiasından hiç ses çıkmadı ama, o yanlışlar olmasaydı Galatasaray 3 puanı kaybedecekti. Buna da söylenecek fazla bir şey yok; hakem hatası…
Neyse…Fenerbahçe; yönetim, kadro, tesis, mali yapı, tüm spor dallarındaki çağdaş örgütlenme ve anlayış bakımından gerçekten bir Dünya takımı olma yolunda. Sadece bu yılki lig ve Şampiyonlar ligi başarılarına değil, geleceğe yönelik projelerine ve gelişmelere bakıldığında başarılarını süreklileştirecek ve tam anlamıyla bir marka olacak şekilde emin adımlarla ilerliyor.
Fenerbahçe'nin sadece bu yıl içerisinde basket, voleybol, yüzme, yelken, su topu, hentbol gibi bir çok spor dalında, erkeklerde ve bayanlarda 150 civarında kupa kazanmış olması, ne denli komple bir takım olduğunun göstergesi.Sporun önceleri nasıl oluştuğuna ve bugün ne duruma geldiğine bir baktığımızda, bu çılgınca yarışlara anlam vermek gerçekten güç...
Ancak, insanların sadece etten ve kemikten ibaret olmadığını; idealleri, hayalleri, ruhsal istek ve arzuları olduğunu düşündüğümüzde, sporun, özellikle de futbolun bu denli büyük bir sektör haline gelmesi hiç de şaşırtıcı değil.
Böylesine bir yarış, seyir ve çekişme çılgınlığının yaşandığı futbol arenasında dönen milyarlarca Dolar ile Dünyada çok daha yararlı işlerin yapılabileceği, açıkla savaşan bir çok ülkede milyonlarca insanın açlıktan ölmesinin önlenebileceği, bu paraların sağlık ve eğitim alanlarına kaydırılmasıyla, çok daha sağlıklı ve eğitimli toplumlar yetiştirilebileceği söylenebilir. Kesinlikle de doğrudur….
Bu çılgınlığın önüne kesinlikle geçilmelidir. Ama insanların bireysel tatmin, eğlence ihtiyaçları ve yarışma içgüdülerinden kaynaklanan insani gereksinimleri için de maddi ve holiganlık çılgınlığa yönelmeden, sportif faaliyetler, yarışmalar, çekişmeler, hazlar yaşanmalıdır.İşte bu son cümle ne kadar doğru ve insani yaklaşımlı olursa olsun; çılgınlığın önüne geçmenin de mümkün olmadığı bir gerçektir.
Hangi ideolojide olursa olsun, hangi ulustan ve coğrafi bölgeden olursa olsun, tüm insanların ve toplumların böylesi bir çılgınlığı yaşadığına tanık olmak; spor yarışmalarının her türlü ideolojik, etnik, sınıfsal konumların üstünde bir faaliyet olduğunu kabullenmeyi gerektiriyor.İşte, hiç bir kazançları olmadığı, ceplerine en küçük bir şeyin girmediği ve hatta ertesi gün bir çok sıkıntısı olduğu halde, Fenerbahçe’nin Chelsea galibiyeti sonrası sokaklara dökülüp mutluluktan uçan insanların psikolojik durumları ve gerekçeleri budur.
Velhasıl madem ki insanların spor taraftarlığını, futbol aşkını, takımlarının başarısıyla inanılmaz mutluluklar yaşamasını önlemenin mümkünü yok; o zaman bu mutluluğu sürekli yaşayabilmenin yolunu bulmak gerekiyor.
Bu da, iyi bir takımın, büyük bir takımın, Dünya markası olma yolundaki, senden belirtiler taşıyan, seni temsil edebilen bir takımın taraftarı olmakla mümkün.
Mesela bugün Fenerbahçe bir de Chelsea’yı elerseeeee….
Bakın görün milyonlarca insan bir kaç saatliğine de olsa nasıl hayatı askıya alıp; bunca sorun arasında mutluluğu yaşamayı becerebiliyor.
Mehmet Atılgan