Son yıllarda bir türban tartışmasıdır gidiyor.
Yüzyıllardır bu topraklarda hiçbir zaman sorun olarak görülmeyen kadınların örtünme konusunu, son 15-20 yılın çoğunlukla birinci gündem maddesi yaptı birileri…
Bu konunun, gerçekten bir kadın özgürlüğü mü, yoksa kimi odakların siyasi amaçlarına hizmet eden bir araç olarak mı görmek gerekir; bunu herkes biliyor.
Her ülkenin, her toplumun belli yasaları, belli kuralları vardır. Demokrasi veya özgürlük; kuralsızlık değildir. Toplumun veya ülkenin kuralları ve yasaları da, devlet yapısıyla bağıntılıdır. Bir şeriat devletinde, bir ırkçı devlette, bir emperyalist devlette ya da bir demokratik-laik devlette kurallar, birbirlerinden çok farklıdır.
Onun için, bu türban konusuna yaklaşmak için, Türkiye’nin nasıl bir devlet olduğu, nasıl bir devlet olması gerektiğine bakmak gerek…
Neyse… On yıllardır binlerce kişi tarafından tartışılan, yüüz binlerce yazılar yazılan bir konuyu, ben burada bir sayfalık yazıda çözecek filan değilim.
Mesele, bu konunun son gelişmelerle birlikte iyice arapsaçına döndürülmesi.
AKP ve MHP Anayasa değişikliği üzerinde anlaştılar ve türbanın sadece üniversitede serbest olmasını öngören değişikliğe gidilmesinde uzlaştılar.
Bence konuyu arapsaçı yapacak, daha da içinden çıkılmaz bir duruma getirecek böyle bir değişiklik, tartışmaları daha da derinleştirir ve toplumdaki gerginlik daha da artar.
Yani 17-18 yaşındaki bir lise öğrencisine türban yasak olacak, bu çocuk herhangi bir yüksek öğrenim kurumuna kaydolunca, “kamu hizmeti alan” sıfatıyla rahatça türban takabilecek.
Daha da vahimi, peki bu çocuk okulu bitirip, öğretmen, doktor, savcı, hakim olunca nolacak? “Kamu hizmeti veren” konuma girdiği için türbanını tekrar çıkartacak. Lisede başını aç, üniversitede başını kapat, okulu bitirince başını tekrar aç… Böyle bir şey olabilir mi?
Bir de staj yapan, okurken uygulamaya giden öğrencilerin durumu var ki; o konu daha da arapsaçı… Sağlık yüksek okullarında okuyan kız öğrenciler, okullarında “kamu hizmeti alan” konumunda olduklarından sınıflarında türbanla oturabilicekler. Ama 1 saat sonra hastaneye staja gittiklerinde “kamu hizmeti veren” statüsüyle başlarını açmak zorunda kalacaklar. Nasıl olacak bu iş?
AKP’nin bu konuyu daha da arapsaçına döndürmek için anayasayı değiştirme çoğunluğu yok, Mutlaka Meclis’teki diğer partilerin desteğine ihtiyacı var. Son yıllarda hiçbir konuda hiçbir proje ve muhalif öneriler üretemeyen MHP, aranan kan gibi, AKP’ye destek kararı aldı.
Aslında Türkiye’de vatandaşın sorunu, işsizlik, gelir dağılımı adaletsizliği ve geçim sorunu… Ama gündem belirleyen güç sahipleri türbanı sürekli gündemde tutarak, gerçek sorunların önünü tıkıyor, hedef saptırıyor. Türban; vatandaşın değil, siyasilerin isteğiyle sorun yapılıyor.
2002 yılında CHP lideri Baykal’ın Tayip Erdoğan’ın sabıkasına rağmen yasaklarını kaldırmasıyla, yeni bir dönemece giren Türkiye; 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrasında da MHP’nin desteğiyle AKP’nin cumhurbaşkanı seçtiği bir tabloyu yaşadı… Şimdi de yine MHP’nin desteğiyle, AKP seçmenlerine verdiği sözü sözde de olsa, gerçekleştiriyor gibi bir tutuma girdiğinde, destekçisi yine MHP oluyor. Tüm bunlar, Türkiye’nin gerçek bir sorununu çözmeye değil, AKP iktidarını perçinleştirmeye yönelik tutumlar…
Göreceğiz, bu anayasa değişikliğinden sonra türban tartışmaları daha değişik boyutlarda, daha da gergin biçimlerde devam edecek… Eğer Anayasa Mahkemesi böyle bir değişikliği geri çevirmesezse, yaşanacak olumsuzlukların sorumlusu da AKP kadar MHP olacak…
28 Ocak 2008 Pazartesi
24 Ocak 2008 Perşembe
Uğur Mumcu'nun anısına
Büyük usta gazeteci yazar Uğur mumcu'yu, ölümünün 15. yılında rahmetle ve minnetle anıyoruz...
SESLENİŞ
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. dövüldük, vurulduk, asıldık.Vurulduk ey halkım, unutma bizi...Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi...Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana7da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komunist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.Vurulduk ey halkım unutma bizi...Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimiz. bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.Asıldık ey halkım, unutma bizi...Bizi öldürenler , bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi,unutma bizi...
21 Ocak 2008 Pazartesi
Hepimiz Sivaslı'yız!..
Sivas’ta hiç akrabam, tanıdığım yok.Gitmişliğim de yoktur. Bir tek 1982 yılında Erzincan’da askerden terhis olduktan sonra, dönüşte bir gece vakti geçtim Sivas’tan… Hayal-mayal hatırladığım her şehirdekilere benzer evler, sokaklar…Sivas deyince aklıma Pir Sultan gelir. “Sivas ellerinde sazım çalınır” nağmeleri… Bir de 2 Temmuz 1993… 36 aydının yakıldığı Madımak katliamı.. Edip Akbayram’ın sesiyle;Güneşin ak yüzüne bir duman çöktüBir türkü çığlıkla ateşe düştüKuytu bir köşede bir çiçek küstüDöktü yaprağını boynunu büktüŞu Sivas’ın elinde sazım çalınmazGüllerim yandı yüreğim dayanmazKararmış yüreğin hiç ışığı olmazBilmez misin ki türküler yanmazGünü gelir sanma hesap sorulmazDayanır kapına pir sultan ölmezŞu Sivas’ın elinde sazım çalınmazGüllerim yandı yüreğim dayanmazPir Sultan “Sazım çalınır” der de, Edip Akbayram “Sivas ellerinde sazım çalınmaz” diye ağıtlar okur, katledilen aydınların ardından…X X XSivas’ın adı bugünlerde futbolla anılıyor.Katliam gibi bir maç sonrası da yıllar yılı futbolda anılmıştı Sivas’ın adı. 17 Eylül 1967’de Kayseri’de Kayserispor ile Sivasspor maç yapıyor. Her iki takım da Birinci Lig’e çıkmakta iddialı. Stada 15 bin Kayserili, 3 bin Sivaslı taraftar var. O gün sabahtan itibaren şehir gergin… O gerginlik stada da yansıyor. Maçın Malatyalı hakemine Sivaslılar güvenmiyor. Nitekim maçın başlarında Sivas’ın attığı bir golü saymıyor hakem. Ardından Oktay’la 1-0 öne geçiyor Kayseri. Devre arasında olaylar başlıyor. Sivasspor takımı sahadan zor kaçırılıyor. 18 bin seyirce arasında taşlı-sopalı büyük bir savaş başlıyor… Ve, tam 43 ölü…Yıllar yılı sürüyor iki komşu kent arasındaki gerginlik.X X X1965 yılında kurulan Sivasspor, ikinci ve üçüncü lig arasında defalarca gelip gittikten ve birkaç kez de birinci lige çıktıktan sonra; son olarak 2004-2005 sezonunda İkinci Lig A kategorisini şampiyon bitirerek, Süper Lig’e çıkar. 2007-2008 sezonunda da ilk yarıyı gol averajıyla Fenerbahçe’nin önünde lider bitirir. İkinci yarının ilk iki maçını da kazanarak, liderliğini sürdürür.Son 2 aya kadar “şampiyonlukta iddialı değiliz” diyen teknik direktör Bülent Uygun, ikinci yarıyla birlikte, hedeflerinin şampiyonluk olduğunu dillendirmeye başlar. Kentte ve tüm Türkiye’de ilk kez, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor’un dışında bir Anadolu takımının şampiyonluğu konuşulur.Yapılan anketlerde hangi takımın taraftarı olursa olsun, Sivasspor’un şampiyon olmasını isteyenlerin oranı yüzde 70’lere ulaşır.Ben Fenerbahçeli’yim. Fanatik değil ama, iyi Fenerbahçeli’yim.Ben de Sivas’ın şampiyon olmasını istiyorum. (İkinci de Fenerbahçe olsun)1992’de Kocaelispor şampiyonluğa çok yaklaşmıştı, son üç maçta kaybetti.3-4 yıl önce de Gaziantepspor şampiyonluk yolunda önemli mesafe almıştı ama, onlar da son maçlarda şanslarını iyi kullanamadılar.Şimdi gözler Sivas’ta. Sivas havayı yakaladı. Ciddi maddi sorunları olsa da, her bölgeden, her takımdan müthiş bir kamuoyu desteği var.Belki de bir ilki gerçekleştirecekler. Trabzon’dan sonra futbolda Anadolu’nun başkaldırısının öncülüğünü yapacaklar.Türkiye’nin buna ihtiyacı var, Anadolu’nun buna ihtiyacı var.Bu yıl hepimiz Sivassporluyuz.Ama daha önemlisi, Pir Sultan'ları, Madımakları, Sivas-Kayseri maçı derin izler bıraktı yaşamımızda; onun için Hepimiz Sivaslı'yız... Hepimiz Sivaslı'yız...
17 Ocak 2008 Perşembe
Yerel seçimler ekimde yapılır!...
Başbakan her ne kadar her fırsatta “yerel seçimler zamanında yapılacak” dese de bu yıl ekim gelişmeler öyle gösteriyor ki, bu yıl ekim ayında kesinlikle seçim var.
Hatta, seçmenin önüne 1 değil 2 sandık birden konacak bence… Birincisi yerel seçim sandığı, ikincisi yeni anayasa paketi.
Seçimler niye zamanında yapılmayacak da, ekim ayına alınacak?
İktidar partileri için en güzel seçim dönemi, sonbahar aylarıdır… Çünkü yaz aylarında sebze-meyve bolluğu, yakıt masrafı olmaması ve giysi masrafının az olması nedeniyle hayat pahalılığı az hissedilir.
Kaldı ki, Ramazan ayı da bu yıl eylül ayına denk geliyor. 5 yıldır Ramazan aylarının AKP hükümeti için en güzel propaganda dönemi olduğunu herkes iyi bilir. Ramazan ayında gerek Fakfukfon aracılığıyla, gerekse belediyeler aracılığıyla gıda paketleri gırla gider. Bir de AKP’nin en iyi kullandığı kömür dağıtma olayının da ekim ayında yapılacağı düşünülürse, bu hükümet bu fırsatı kaçırmaz ve mart 2009’u kesinlikle beklemeden bu sonbaharda seçimleri yapar.
Çok önemli olan bir neden daha var, seçimlerin bu yıl içerisinde yapılması için… Tüm ekonomi uzmanları bu yılın mayıs-haziran aylarında tüm dünyayı sarabilecek bir ekonomik kriz bekliyor… Krizler, asıl etkisini 5-6 ay sonra göstereceğine göre, bu yılın kasım-aralık ayları, vatandaş için büyük sıkıntılar getirecek. Bu sıkıntılar tam olarak hissedilmeden yani kasım-aralıktan önce bu hükümet seçimi yapar. Çünkü, her ne kadar Türkiye’de enflasyon bizlere hâlâ yüzde 9 olarak yutturulmaya çalışılsa da, ülkenin ekonomik durumu gerçekte hiç de iyi seyretmiyor.
İsterseniz 2007 yılında yüzde 9 olarak söylenen ama aslında öyle olmayan, gerçek rakamlara şöyle bir bakalım. Geçen yıl, vatandaşı yakından ilgilendiren maddelerdeki artışlar nasıl olmuş:
Ekmek: Yüzde 16.4
Yumurta: Yüzde 69
Süt: Yüzde 11
Salça: Yüzde 26
Kömür: Yüzde 28
Kombi: Yüzde 20
Doğal gaz: Yüzde 24.4
Kira: Yüzde 25
İlaç: Yüzde 18
Taksi: Yüzde 18
Deterjan: Yüzde 17
Zeytinyağ: Yüzde 13
Ayçiçek yağı: Yüzde 45
Hacca gidiş: Yüzde 39
Pirinç: Yüzde 22
Fasulye: Yüzde 30
Baharat: Yüzde 24
Sarımsak: Yüzde 62
Leblebi: Yüzde 42
Sıhhi tesisat: Yüzde 67
Elma: Yüzde 45
Armut: Yüzde 56
Ayva: Yüzde 63
Velhasıl, vatandaşın günübirlik ihtiyacı olan giderlerdeki ortalama artış yüzde 30’un üzerinde…
Bir de Başbakan’ın övünerek söylediği “borç yiğidin kamçısıdır” sözünün getireceği sıkıntıları düşünürsek, vatandaş açısından bu yıl oldukça zor geçecek gibi görülüyor.
Bu zorluklar en üst düzeyde hissedilmeden ve de gıda yardımı, kömür dağıtımı gibi fırsatlar varken; AKP ekimde mutlaka seçim yapar. Hem de Anayasa oylamasıyla birlikte.
Hatta, seçmenin önüne 1 değil 2 sandık birden konacak bence… Birincisi yerel seçim sandığı, ikincisi yeni anayasa paketi.
Seçimler niye zamanında yapılmayacak da, ekim ayına alınacak?
İktidar partileri için en güzel seçim dönemi, sonbahar aylarıdır… Çünkü yaz aylarında sebze-meyve bolluğu, yakıt masrafı olmaması ve giysi masrafının az olması nedeniyle hayat pahalılığı az hissedilir.
Kaldı ki, Ramazan ayı da bu yıl eylül ayına denk geliyor. 5 yıldır Ramazan aylarının AKP hükümeti için en güzel propaganda dönemi olduğunu herkes iyi bilir. Ramazan ayında gerek Fakfukfon aracılığıyla, gerekse belediyeler aracılığıyla gıda paketleri gırla gider. Bir de AKP’nin en iyi kullandığı kömür dağıtma olayının da ekim ayında yapılacağı düşünülürse, bu hükümet bu fırsatı kaçırmaz ve mart 2009’u kesinlikle beklemeden bu sonbaharda seçimleri yapar.
Çok önemli olan bir neden daha var, seçimlerin bu yıl içerisinde yapılması için… Tüm ekonomi uzmanları bu yılın mayıs-haziran aylarında tüm dünyayı sarabilecek bir ekonomik kriz bekliyor… Krizler, asıl etkisini 5-6 ay sonra göstereceğine göre, bu yılın kasım-aralık ayları, vatandaş için büyük sıkıntılar getirecek. Bu sıkıntılar tam olarak hissedilmeden yani kasım-aralıktan önce bu hükümet seçimi yapar. Çünkü, her ne kadar Türkiye’de enflasyon bizlere hâlâ yüzde 9 olarak yutturulmaya çalışılsa da, ülkenin ekonomik durumu gerçekte hiç de iyi seyretmiyor.
İsterseniz 2007 yılında yüzde 9 olarak söylenen ama aslında öyle olmayan, gerçek rakamlara şöyle bir bakalım. Geçen yıl, vatandaşı yakından ilgilendiren maddelerdeki artışlar nasıl olmuş:
Ekmek: Yüzde 16.4
Yumurta: Yüzde 69
Süt: Yüzde 11
Salça: Yüzde 26
Kömür: Yüzde 28
Kombi: Yüzde 20
Doğal gaz: Yüzde 24.4
Kira: Yüzde 25
İlaç: Yüzde 18
Taksi: Yüzde 18
Deterjan: Yüzde 17
Zeytinyağ: Yüzde 13
Ayçiçek yağı: Yüzde 45
Hacca gidiş: Yüzde 39
Pirinç: Yüzde 22
Fasulye: Yüzde 30
Baharat: Yüzde 24
Sarımsak: Yüzde 62
Leblebi: Yüzde 42
Sıhhi tesisat: Yüzde 67
Elma: Yüzde 45
Armut: Yüzde 56
Ayva: Yüzde 63
Velhasıl, vatandaşın günübirlik ihtiyacı olan giderlerdeki ortalama artış yüzde 30’un üzerinde…
Bir de Başbakan’ın övünerek söylediği “borç yiğidin kamçısıdır” sözünün getireceği sıkıntıları düşünürsek, vatandaş açısından bu yıl oldukça zor geçecek gibi görülüyor.
Bu zorluklar en üst düzeyde hissedilmeden ve de gıda yardımı, kömür dağıtımı gibi fırsatlar varken; AKP ekimde mutlaka seçim yapar. Hem de Anayasa oylamasıyla birlikte.
14 Ocak 2008 Pazartesi
Amerika'dan dost olur mu?
Amerika ile birden bire can ciğer kuzu sarması oluverdik.
Nerdeyse komşu kapısı oldu Vashington… Başbakan gidiyor, Cumhurbaşkanı geliyor. Yanlarında da bakanlar, askeri yetkililer.
Neler konuşulduğu, hangi sözlerin verildiği konusunda çok yorum, çok söylenti var da… Bize açıklanan ABD’nin bize PKK ile mücadelede “anlık istihbarat” vereceği…
Ne demekse “anlık istihbarat”?
Amerikan uyduları, geceleri bile dağlardaki her türlü canlıyı, her türlü hareketliliği görebiliyormuş. Kandil’deki, Hakurk’taki bir keçinin bile tüm hareketlerini anında izleyip, bize haber verebilecek teknolojiye sahipmiş!...
Yaşadığımız teknolojik ortamda ilk bakışta inanılır gibi geliyor.
Geliyor da… Afganistan dağlarındaki Taleban militanlarını niye tespit edip bombalamıyor Amerika da, her gün Nato askerleri ölüyor? El Kaide’nin Afganistan, Pakistan, İran dağlarındaki varlığını niye tespit edip de, o her gün yakındığı Usame Bin Ladin’in teröründen, tehdidinden, korkusundan kurtulmuyor?
Hadi yine de inanmış görünelim.
Peki, yıllardır İncirlik’ten kalkan uçaklardan atılan gıda maddeleriyle, ilaçlarla, silahlarla beslediği PKK’yı, şimdi Türkiye’nin vurması için bu “U” dönüşünü niye yapıyor ABD?
Mesele, tavşana kaç, tazıya tut politikası.
“Biz size istihbarî bilgi vereceğiz, ama siz de operasyon yapmadan önce bizi bilgilendireceksiniz” diyor Bush.
Yani ne zaman sınır ötesi harekat yapacaksanız, bilelim ki, PKK’yı uyaralım, oraları boşaltsınlar, siz boş dağları dövüp gelin demenin diplomatik açılımı, Bush’un sözleri…
Amerika var oldu olalı, ne zaman Türkiye’ye dost oldu ki, şimdi olsun? Ne zaman Türkiye’nin yararına bir tavır gösterdi ki, şimdi göstersin? Tarihte örneği yoktur Amerika’nın hiçbir ülkeye dostluk yaptığının; hele Türkiye’ye…
Bir köyün yakınındaki kuyuda bir yılan yaşarmış. Köyden yaşlı bir adam, bu yılanla dost olmuş. Adam her gün kuyunun başına gider, yılanla sohbet edermiş. Dostlukları öyle ilerlemiş ki, yılan her gün kuyudan bir altın çıkarıp adama verirmiş.
Bir gün adam hastalanmış, epey bir süre kuyuya gidip yılanla görüşememiş. Adam bir gün oğluna demiş ki, “Köyün çıkışında bir kuyu var. Oraya git, kuyudan bir yılan çıkacak. Sana bir altın verir, onu al gel”…
Oğlan gitmiş, kuyunun başında beklemiş kısa bir süre. Sonra yılan çıkıp, bir altın vermiş. Oğlan getirip altını babasına vermiş.
Adamın hastalığı bayağı sürmüş. Oğlan her gün kuyuya gidip, yılandan bir altın alıp geliyormuş.
Oğlan, bir gün “Demek ki, bu kuyu altın dolu. Yılanı öldürüp altınların hepsini alayım” diye düşünmüş. Ve elinde büyük bir bıçakla kuyunun başına gidip beklemiş. Yılan çıkar çıkmaz da, elindeki bıçakla yılana saldırmış. Yılan ani bir hareketle bıçağın kafasına ve vücuduna gelmesinden kurtulmuş ama, bıçak darbesi kuyruğunu koparmış. Can havliyle de oğlanı ısırıp öldürmüş.
Aradan bir süre geçmiş. Adam iyileşmiş.
Adam kuyunun başına gidip yılanı beklemiş. Yılan uzaktan bakıp adamı süzmüş. Adam da “Yılan kardeş, benim oğlan bir cahillik yaptı, bunu da hayatıyla ödedi. Gel, yine eskisi gibi dost olalım” demiş…
Yılan, adama “Sende bu evlat acısı, bende bu kuyruk acısı olduktan sonra, dost olmamız mümkün değil” demiş.
Amerika’da; Türkiye’deki kamuoyu desteğinin hızla aşağı inmesi, 1 Mart tezkeresi gibi küçük konuların dışında önemli bir kuyruk acısı yok bize karşı.
Ama… Yıllardır bizi iliklerimize kadar sömürmesi, baskılar, tehditler, ambargolar, ajanlarıyla yürüttüğü provokasyonlar… Tüm bunlar ve daha fazlası, bizde tam da evlat acısı gibi…
Bizim bu evlat acısıyla, ABD’yle dost olmamız mümkün mü?
Nerdeyse komşu kapısı oldu Vashington… Başbakan gidiyor, Cumhurbaşkanı geliyor. Yanlarında da bakanlar, askeri yetkililer.
Neler konuşulduğu, hangi sözlerin verildiği konusunda çok yorum, çok söylenti var da… Bize açıklanan ABD’nin bize PKK ile mücadelede “anlık istihbarat” vereceği…
Ne demekse “anlık istihbarat”?
Amerikan uyduları, geceleri bile dağlardaki her türlü canlıyı, her türlü hareketliliği görebiliyormuş. Kandil’deki, Hakurk’taki bir keçinin bile tüm hareketlerini anında izleyip, bize haber verebilecek teknolojiye sahipmiş!...
Yaşadığımız teknolojik ortamda ilk bakışta inanılır gibi geliyor.
Geliyor da… Afganistan dağlarındaki Taleban militanlarını niye tespit edip bombalamıyor Amerika da, her gün Nato askerleri ölüyor? El Kaide’nin Afganistan, Pakistan, İran dağlarındaki varlığını niye tespit edip de, o her gün yakındığı Usame Bin Ladin’in teröründen, tehdidinden, korkusundan kurtulmuyor?
Hadi yine de inanmış görünelim.
Peki, yıllardır İncirlik’ten kalkan uçaklardan atılan gıda maddeleriyle, ilaçlarla, silahlarla beslediği PKK’yı, şimdi Türkiye’nin vurması için bu “U” dönüşünü niye yapıyor ABD?
Mesele, tavşana kaç, tazıya tut politikası.
“Biz size istihbarî bilgi vereceğiz, ama siz de operasyon yapmadan önce bizi bilgilendireceksiniz” diyor Bush.
Yani ne zaman sınır ötesi harekat yapacaksanız, bilelim ki, PKK’yı uyaralım, oraları boşaltsınlar, siz boş dağları dövüp gelin demenin diplomatik açılımı, Bush’un sözleri…
Amerika var oldu olalı, ne zaman Türkiye’ye dost oldu ki, şimdi olsun? Ne zaman Türkiye’nin yararına bir tavır gösterdi ki, şimdi göstersin? Tarihte örneği yoktur Amerika’nın hiçbir ülkeye dostluk yaptığının; hele Türkiye’ye…
Bir köyün yakınındaki kuyuda bir yılan yaşarmış. Köyden yaşlı bir adam, bu yılanla dost olmuş. Adam her gün kuyunun başına gider, yılanla sohbet edermiş. Dostlukları öyle ilerlemiş ki, yılan her gün kuyudan bir altın çıkarıp adama verirmiş.
Bir gün adam hastalanmış, epey bir süre kuyuya gidip yılanla görüşememiş. Adam bir gün oğluna demiş ki, “Köyün çıkışında bir kuyu var. Oraya git, kuyudan bir yılan çıkacak. Sana bir altın verir, onu al gel”…
Oğlan gitmiş, kuyunun başında beklemiş kısa bir süre. Sonra yılan çıkıp, bir altın vermiş. Oğlan getirip altını babasına vermiş.
Adamın hastalığı bayağı sürmüş. Oğlan her gün kuyuya gidip, yılandan bir altın alıp geliyormuş.
Oğlan, bir gün “Demek ki, bu kuyu altın dolu. Yılanı öldürüp altınların hepsini alayım” diye düşünmüş. Ve elinde büyük bir bıçakla kuyunun başına gidip beklemiş. Yılan çıkar çıkmaz da, elindeki bıçakla yılana saldırmış. Yılan ani bir hareketle bıçağın kafasına ve vücuduna gelmesinden kurtulmuş ama, bıçak darbesi kuyruğunu koparmış. Can havliyle de oğlanı ısırıp öldürmüş.
Aradan bir süre geçmiş. Adam iyileşmiş.
Adam kuyunun başına gidip yılanı beklemiş. Yılan uzaktan bakıp adamı süzmüş. Adam da “Yılan kardeş, benim oğlan bir cahillik yaptı, bunu da hayatıyla ödedi. Gel, yine eskisi gibi dost olalım” demiş…
Yılan, adama “Sende bu evlat acısı, bende bu kuyruk acısı olduktan sonra, dost olmamız mümkün değil” demiş.
Amerika’da; Türkiye’deki kamuoyu desteğinin hızla aşağı inmesi, 1 Mart tezkeresi gibi küçük konuların dışında önemli bir kuyruk acısı yok bize karşı.
Ama… Yıllardır bizi iliklerimize kadar sömürmesi, baskılar, tehditler, ambargolar, ajanlarıyla yürüttüğü provokasyonlar… Tüm bunlar ve daha fazlası, bizde tam da evlat acısı gibi…
Bizim bu evlat acısıyla, ABD’yle dost olmamız mümkün mü?
Etiketler:
Emperyalizm
12 Ocak 2008 Cumartesi
Kendi olmak
Tüm insanların her ortamda kullandıkları değişik maskeleri vardır.
Bir anlamda gereklidir de…
Çünkü insanların kendi başınayken, çevrelerinde hiç kimse yokken sergiledikleri davranışlarla; eş, dost, ahbap arasında veya daha resmi bir ortamdaki davranışları çok farklıdır. Çünkü, yadırganmak, ayıplanmak korkusu bir yana, herkesin bir beğenilme, takdir edilme dürtüsü vardır. Böyle olunca da hep maskeyle dolaşmak, filtreler uygulamak zorunda kalıyor insanlar.
Zaten bizim gibi az gelişmiş ülkelerde çok aşırı olmak üzere, tüm toplumlarda bir “hiza” kültürü vardır. “Hiza”nın dışına çıkan insanlar, ya yasal olarak, ya da toplumsal olarak cezalandırırlar. En azından mahalle baskısı devreye girer…
Bir toplumda her şey olmak çok kolaydır ama insanın kendisi olması çok kolay bir olay değildir. Öncelikle herkes dışa karşı görünüşlerini, algılanışlarını kontrol altında tutmak, yani jenerik değerlerini korumak zorundadır.
Genel anlamda herkes maskelerle toplum içerisine çıkar ama mümkün olduğunca kendisi olan insanlar, en dost, en içten, en güvenilir insanlardır. Eğer insan kendi özelliklerini değil de sürekli taktığı maskenin özelliklerini yansıtırsa, ne dostluğuna, ne samimiyetine, ne de ne zaman, nerede, nasıl bir tavır sergileyeceğine güven olmaz.
Zaten insanların ilk maskesi, makyajlarıyla, giyinişleriyle, yapay görünüş değişiklikleriyle ortaya çıkar. Ama gülüşüyle, bakışıyla, konuşmasıyla, tavırlarıyla bazen öylesine bir kimlik sergileyen insanlarla karılaşıyoruz ki, başka bir ortamda tanıdığımız kimliğiyle taban tabana zıt oluyor. Tanımanız mümkün olmuyor.
Bu tür usta maskeliler, girdikleri kimliklerin rollerini en başarılı biçimde oynayarak, ortam değişinceye kadar insanları kandırıyorlar, hak etmedikleri paye, ödül ve övgüleri alarak, maddi, manevi ve kariyersel kazançlar elde ediyorlar.
Bu tür kişiler, çoğunlukla başkalarının kültürünü, parasını, gücünü, desteğini kullanarak, makamlar, güçler, maddi çıkarlar gasp ederler. Çoğunlukla kimse de bunun farkına varmaz. Ne zaman ki, başka ortamlarda gerçek yüzlerini sergilerler, o zaman, çevresindekiler o kişiyi ne kadar yanlış tanıdıklarının farkına varırlar.
Gerçek anlamda, her ortamda kendisi olan insanlara rastlamak elbette mümkün değil. Çünkü insanlar bir toplum içerisinde yaşıyor ve o toplumun yasaları, kuralları, değerleri, gelenekleri var. Bu değerler manzumesine karşı çıkıp, dışlanmamak için de azami dikkat gösterirler. Ama tüm bu toplum kurallarına karşın insanların kendileri olabilmesi mümkündür. En azından Dünya görüşlerini, sevgiye, inanca, düşünceye karşı tutumlarını kendi inandıkları gibi sergileyebilir; bazen bir şeyler kaybetme pahasına “kendi” olabilir. En büyük erdem de budur.
Ama “Doğrucu Davut” olma iddiasıyla da, her düşünülen, her inanılan şeyin de hayata geçirilmesi mümkün değil. Herkes inandığı şeyleri savunmalı ama, o inanılan değerlerin de bir hapishane gibi kişiliği kuşatmasına da izin verilmemeli.
“Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” özdeyişi de insanın “kendisi” olması gerektiğini tanımlayan bir söz. Ama çoğu zaman toplumun değer yargılarıyla çatıştığı zaman, göründüğü gibi olmanın ya da olduğu gibi görünmenin büyük hayal kırıklıklarına yol açtığı da bir gerçektir.
Hiç kimse, maskelerinden vazgeçemez. Ama mutlaka “kendisi” olmak da zorundadır.Yoksa maskeli olmanın yanı sıra ikiyüzlü, bukalemun, çifte kimlikli damgalarını da yer ki; bu da herkesin en çok değer verdiği “onur”larının yok olmasını da birlikte getirir.
Bir anlamda gereklidir de…
Çünkü insanların kendi başınayken, çevrelerinde hiç kimse yokken sergiledikleri davranışlarla; eş, dost, ahbap arasında veya daha resmi bir ortamdaki davranışları çok farklıdır. Çünkü, yadırganmak, ayıplanmak korkusu bir yana, herkesin bir beğenilme, takdir edilme dürtüsü vardır. Böyle olunca da hep maskeyle dolaşmak, filtreler uygulamak zorunda kalıyor insanlar.
Zaten bizim gibi az gelişmiş ülkelerde çok aşırı olmak üzere, tüm toplumlarda bir “hiza” kültürü vardır. “Hiza”nın dışına çıkan insanlar, ya yasal olarak, ya da toplumsal olarak cezalandırırlar. En azından mahalle baskısı devreye girer…
Bir toplumda her şey olmak çok kolaydır ama insanın kendisi olması çok kolay bir olay değildir. Öncelikle herkes dışa karşı görünüşlerini, algılanışlarını kontrol altında tutmak, yani jenerik değerlerini korumak zorundadır.
Genel anlamda herkes maskelerle toplum içerisine çıkar ama mümkün olduğunca kendisi olan insanlar, en dost, en içten, en güvenilir insanlardır. Eğer insan kendi özelliklerini değil de sürekli taktığı maskenin özelliklerini yansıtırsa, ne dostluğuna, ne samimiyetine, ne de ne zaman, nerede, nasıl bir tavır sergileyeceğine güven olmaz.
Zaten insanların ilk maskesi, makyajlarıyla, giyinişleriyle, yapay görünüş değişiklikleriyle ortaya çıkar. Ama gülüşüyle, bakışıyla, konuşmasıyla, tavırlarıyla bazen öylesine bir kimlik sergileyen insanlarla karılaşıyoruz ki, başka bir ortamda tanıdığımız kimliğiyle taban tabana zıt oluyor. Tanımanız mümkün olmuyor.
Bu tür usta maskeliler, girdikleri kimliklerin rollerini en başarılı biçimde oynayarak, ortam değişinceye kadar insanları kandırıyorlar, hak etmedikleri paye, ödül ve övgüleri alarak, maddi, manevi ve kariyersel kazançlar elde ediyorlar.
Bu tür kişiler, çoğunlukla başkalarının kültürünü, parasını, gücünü, desteğini kullanarak, makamlar, güçler, maddi çıkarlar gasp ederler. Çoğunlukla kimse de bunun farkına varmaz. Ne zaman ki, başka ortamlarda gerçek yüzlerini sergilerler, o zaman, çevresindekiler o kişiyi ne kadar yanlış tanıdıklarının farkına varırlar.
Gerçek anlamda, her ortamda kendisi olan insanlara rastlamak elbette mümkün değil. Çünkü insanlar bir toplum içerisinde yaşıyor ve o toplumun yasaları, kuralları, değerleri, gelenekleri var. Bu değerler manzumesine karşı çıkıp, dışlanmamak için de azami dikkat gösterirler. Ama tüm bu toplum kurallarına karşın insanların kendileri olabilmesi mümkündür. En azından Dünya görüşlerini, sevgiye, inanca, düşünceye karşı tutumlarını kendi inandıkları gibi sergileyebilir; bazen bir şeyler kaybetme pahasına “kendi” olabilir. En büyük erdem de budur.
Ama “Doğrucu Davut” olma iddiasıyla da, her düşünülen, her inanılan şeyin de hayata geçirilmesi mümkün değil. Herkes inandığı şeyleri savunmalı ama, o inanılan değerlerin de bir hapishane gibi kişiliği kuşatmasına da izin verilmemeli.
“Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” özdeyişi de insanın “kendisi” olması gerektiğini tanımlayan bir söz. Ama çoğu zaman toplumun değer yargılarıyla çatıştığı zaman, göründüğü gibi olmanın ya da olduğu gibi görünmenin büyük hayal kırıklıklarına yol açtığı da bir gerçektir.
Hiç kimse, maskelerinden vazgeçemez. Ama mutlaka “kendisi” olmak da zorundadır.Yoksa maskeli olmanın yanı sıra ikiyüzlü, bukalemun, çifte kimlikli damgalarını da yer ki; bu da herkesin en çok değer verdiği “onur”larının yok olmasını da birlikte getirir.
10 Ocak 2008 Perşembe
YÖK Başkanı ne demek istiyor?
Göreve gelir gelmez, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’la konuşmalarını Meclis Başkanı’na aktarırken kameralara yakalanan ve “ipimizi çekerler” sözüyle epeyce bir süre gündemde kalan YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, şimdi de “üniversiteler paralı olmalı” diye dahiyâne bir görüş attı ortaya… Attı atmasına da çarşı karıştı. En çok da benim asabımı bozdu Sayın Başkan.
Yahu önce Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerine bir bak de öyle söyle ne söyleyeceksen muhterem Başkan… Anayasa’nın ilk maddesi “Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik, sosyal, hukuk devletidir” diyor. Sosyal diyor sosyalllll.
Ne demek sosyal? Yani bu devlet, tüm vatandaşlarına eşit haklar verir, eşit fırsatlar tanır demek… Peki sen ne diyorsun? Parası olan okusun, parası olmayan okumasın!..
Özel üniversiteler aracılığıyla senin dediğin bu farklılık zaten yeterince yaşanıyor. Özel bir üniversiteye 350 puanla burslu giremeyen bir öğrencinin yerine 300-310 puanla bir başka öğrenci parayla girebiliyor. Bu adaletsizlik ülkemizde yeterince var zaten; bir de bunu devlet üniversitelerinde uygulamaya kalkarsanız; kusura bakmayın ama “Parası olanlar yüksek okul okusun, parası olmayan dağa mı çıkar,mafyacılık mı oynar; ne yaparsa yapsın” demekle aynı şeydir bu öneri.
YÖK Başkanı, sanki meseleyi biraz yumuşatıyormuş gibi göstermeye de çalışarak “Böylece meslek okullarına da ilgi artar; ara eleman ihtiyacı karşılanır” diyor… vay, vay, vay… Daha açık söylesenize, parası olanlar tıp okusun, hukuk okusun, mühendislik okusun; parası olmayanların meslek okulları neyine yetmiyor; onlar da ara eleman olsun” diye… Hayat koşulları, zaten yeterince o ayrımı yapıyor, sizin daha fazla çabalamanıza gerek yok.
Aklınca biraz daha masum gösteriyor öneriyi Sayın Özcan… Diyor ki “Maddi durumu iyi olmayanlara devlet burs versin. Okulu bitirdikten sonra aldıkları bursu ödesinler”…
Olur, aklını sevsinler. Üniversitede çocuk okutan yoksul kesim, okullara eğitim parası ödemedikleri halde harçların, yurt ücretlerinin, çocukların harçlıklarının altından kalkamıyorlar zaten. Kimi kredi çekiyor, kimi malını-mülkünü satıyor. Çocuklarımız okullarını bitirince, yardım ederler de, kredi borcunu öderiz veya sattığımız evi, arabayı belki alırız diye…
Bir orta hâlli veli, en normal koşullarda 16-17 yıl çocuk okutup onca sıkıntıya katlanacak, çocuğu okulu bitirince de devlete burs ödemeye başlayacak….
Burs alıp devlete eğitim parası ödeyen bir genç üniversiteyi bitirdikten sonra, (eğer iş bulabilirse) anasının babasının kaybettiklerini bir nebze olsun karşılayabilmek için kısa bir süre de olsa onlara yardım mı edecek; evlenip aile mi kuracak; yoksa Yusuf Ziya Özcan Beyin keyfi yerine gelsin diye okuduğu yılların parasını mı ödeyecek?
Aklı selim her insan; şu ülkede gelir dağılımı adaleti sağlansın, herkes okuyabilsin, cehalet yok olsun da; şu sosyal adaletsizlik, yoksulluk, cehalet yüzünden yaşadığımız terörden, kapkaçtan, hırsızlıktan, mafyacılıktan, yolsuzluklardan kurtulalım diye kafa yorup, sıkıntılar yaşarken; Sayın YÖK Başkanı’nın teklifi gerçekleşirse, toplumun büyük bir bölümünün çocukları okuyamayacak, maddi olarak daha büyük sıkıntılara girecek ve dolayısıyla da ayrımcılık her alanda baş gösterecek, huzursuzluklar daha da artacak…
Bir de şu var… İnsanlar, okudukları okullara para ödeyecekse, bunca vergiyi niye alıyorsunuz? Eğitime katkı payı adı altında aldığınız paraları, yarattığınız kargaşayı çözüp, tekrar eski hâline getirmek için mi harcayacaksınız?
Aslında aynı mantığı, eğer sosyal devlet ilkesine inanmıyorsanız, hayatın her alanında uygulamak da gerekir. Parası olan adam öldürsün, ceza ödesin, parası olmayan hapis yatsın… Parası olan hastalanırsa tedavi görsün, olmayan ölsün gibi…
Herkes, her şeyin yanlış gittiği şu ülkede bir şeyleri düzeltebilmek için onca çaba gösterip, özveriler gösterirken; her şeyi daha da kötü hâle getirecek bu tür önerilerle, toplumu daha fazla germeyin.
Zaten oldum olası varlığının gereksiz olduğuna, hatta zararlı olduğuna inandığım YÖK gibi bir kurumun başına nasıl geldiği iyi bilinen böyle bir başkandan da ancak böyle öneriler beklenir.
Yahu önce Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerine bir bak de öyle söyle ne söyleyeceksen muhterem Başkan… Anayasa’nın ilk maddesi “Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik, sosyal, hukuk devletidir” diyor. Sosyal diyor sosyalllll.
Ne demek sosyal? Yani bu devlet, tüm vatandaşlarına eşit haklar verir, eşit fırsatlar tanır demek… Peki sen ne diyorsun? Parası olan okusun, parası olmayan okumasın!..
Özel üniversiteler aracılığıyla senin dediğin bu farklılık zaten yeterince yaşanıyor. Özel bir üniversiteye 350 puanla burslu giremeyen bir öğrencinin yerine 300-310 puanla bir başka öğrenci parayla girebiliyor. Bu adaletsizlik ülkemizde yeterince var zaten; bir de bunu devlet üniversitelerinde uygulamaya kalkarsanız; kusura bakmayın ama “Parası olanlar yüksek okul okusun, parası olmayan dağa mı çıkar,mafyacılık mı oynar; ne yaparsa yapsın” demekle aynı şeydir bu öneri.
YÖK Başkanı, sanki meseleyi biraz yumuşatıyormuş gibi göstermeye de çalışarak “Böylece meslek okullarına da ilgi artar; ara eleman ihtiyacı karşılanır” diyor… vay, vay, vay… Daha açık söylesenize, parası olanlar tıp okusun, hukuk okusun, mühendislik okusun; parası olmayanların meslek okulları neyine yetmiyor; onlar da ara eleman olsun” diye… Hayat koşulları, zaten yeterince o ayrımı yapıyor, sizin daha fazla çabalamanıza gerek yok.
Aklınca biraz daha masum gösteriyor öneriyi Sayın Özcan… Diyor ki “Maddi durumu iyi olmayanlara devlet burs versin. Okulu bitirdikten sonra aldıkları bursu ödesinler”…
Olur, aklını sevsinler. Üniversitede çocuk okutan yoksul kesim, okullara eğitim parası ödemedikleri halde harçların, yurt ücretlerinin, çocukların harçlıklarının altından kalkamıyorlar zaten. Kimi kredi çekiyor, kimi malını-mülkünü satıyor. Çocuklarımız okullarını bitirince, yardım ederler de, kredi borcunu öderiz veya sattığımız evi, arabayı belki alırız diye…
Bir orta hâlli veli, en normal koşullarda 16-17 yıl çocuk okutup onca sıkıntıya katlanacak, çocuğu okulu bitirince de devlete burs ödemeye başlayacak….
Burs alıp devlete eğitim parası ödeyen bir genç üniversiteyi bitirdikten sonra, (eğer iş bulabilirse) anasının babasının kaybettiklerini bir nebze olsun karşılayabilmek için kısa bir süre de olsa onlara yardım mı edecek; evlenip aile mi kuracak; yoksa Yusuf Ziya Özcan Beyin keyfi yerine gelsin diye okuduğu yılların parasını mı ödeyecek?
Aklı selim her insan; şu ülkede gelir dağılımı adaleti sağlansın, herkes okuyabilsin, cehalet yok olsun da; şu sosyal adaletsizlik, yoksulluk, cehalet yüzünden yaşadığımız terörden, kapkaçtan, hırsızlıktan, mafyacılıktan, yolsuzluklardan kurtulalım diye kafa yorup, sıkıntılar yaşarken; Sayın YÖK Başkanı’nın teklifi gerçekleşirse, toplumun büyük bir bölümünün çocukları okuyamayacak, maddi olarak daha büyük sıkıntılara girecek ve dolayısıyla da ayrımcılık her alanda baş gösterecek, huzursuzluklar daha da artacak…
Bir de şu var… İnsanlar, okudukları okullara para ödeyecekse, bunca vergiyi niye alıyorsunuz? Eğitime katkı payı adı altında aldığınız paraları, yarattığınız kargaşayı çözüp, tekrar eski hâline getirmek için mi harcayacaksınız?
Aslında aynı mantığı, eğer sosyal devlet ilkesine inanmıyorsanız, hayatın her alanında uygulamak da gerekir. Parası olan adam öldürsün, ceza ödesin, parası olmayan hapis yatsın… Parası olan hastalanırsa tedavi görsün, olmayan ölsün gibi…
Herkes, her şeyin yanlış gittiği şu ülkede bir şeyleri düzeltebilmek için onca çaba gösterip, özveriler gösterirken; her şeyi daha da kötü hâle getirecek bu tür önerilerle, toplumu daha fazla germeyin.
Zaten oldum olası varlığının gereksiz olduğuna, hatta zararlı olduğuna inandığım YÖK gibi bir kurumun başına nasıl geldiği iyi bilinen böyle bir başkandan da ancak böyle öneriler beklenir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)