30 Haziran 2008 Pazartesi
28 Haziran 2008 Cumartesi
Konuşa konuşa...
Dersane binasının köşesine çekilmiş, dakikalardır cep telefonuyla konuşuyor. Daha 13-14 yaşlarında.
“Anne, kahvaltı hazır mı?” diye cepten telefon ediyor, yan odadaki annesine.
Kalabalık bir bilimsel toplantıda “Gördün mü, gördün mü?” melodisiyle bir telefon çalıyor. Açıp başlıyor bağırarak konuşmaya, “Alooo. Ben şimdi önemli bir toplantıdayım. Hafriyat işi bitti mi? Çimentoların üzerine naylon çekin, yağmur geliyor. Tamam tamam. Mıcır gelince haber verin, ben cepteyim” diyor.
Cafe’de arkadaşlarıyla sohbet ediyor… Bir yandan da numarasını gizleyip, karşı masada oturan arkadaşının telefonunu çaldırıp kapatıyor. Arkadaşı, sağa sola bakındıkça büyük zevk alıyor.
Mahalle bakkalı, soğuk demirci, mangal kömürcü, arabalarının camlarına iri puntolarla cep numaralarını yazmışlar.
“Örümcek bağladı zıkkım” diye hayıflanıyor, cep telefonuna bakarak. Kimsenin arayıp sormamasından şikayetçi.
Rehberde kayıtlı tüm numaraları çaldırıp kapatıyor. “Belki birisi arar da, herkes gibi ben de yollarda yürüyerek konuşurum, Herkes benim de cep telefonum olduğunu görür” diye…
Camilerin girişlerinde “Cep telefonunuzu kapatın” yazıları var.
“Cep-Aran” servisinden kontör kazanmak için, evlerinin telefonundan kendi cebini arıyor sürekli. Nasıl olsa, ev faturasını babası ödüyor.
Sınıfın arka sıralarına oturmuş, ders boyunca mesaj çekiyor ön sıradaki arkadaşına. “Ayda 200 kontörden fazla kullanmayacağım” diye kendi kendine söz vermiş. Yüklediği gün bitiriyor 199’unu. Kalan bir kontörle çaldırıp kapatıyor. Arayan arkadaşına da “Kusura bakma, benim kontörüm yoktu da…” diye mazeret bildiriyor.
“Ekmek lâzım mı?” diye soruyor karısına telefonla; 500 bin liralık ekmek için 700 bin liralık kontör harcayarak.
Tam bankamatikte işlem yapacakken, cebi çalıyor. Öğrenci arkadaşıyla ders konuşuyor uzun uzun. Sırada bekleyenler burnundan soluyor, umrunda değil. Onca konuşmadan sonra “biraz sonra görüşmek üzere” diye kapatıp, bankamatik işlemine devam ediyor.
Ve bir reklam: “23 milyon aboneye ulaştık”. Reklamı yapan Turkcell. Avea’nın abone sayısı 4.5 milyon. Telsim’in 7 milyon. 70 milyonluk Türkiye’de 35 milyon cep telefonu abonesi yani… Telekom’un sabit telefon abonelerini ve konuşma bedelini saymazsak; 35 milyon cep abonesinin yıllık konuşma faturası, tam 8.5 milyar dolar. 8.5 milyar dolar; Avrupa Birliği’nin 10 yıllık müzakere süresince Türkiye’ye taahhüt ettiği yardımın miktarı… !0 yıllık yardım taahhüdü kadar, bir yılda cepten konuşuyoruz. Ha bir de, Türkiye’de bir yılda yeni alınan veya değiştirilen cep telefonlarının bedeli var. O da, tam 2.5 milyar dolar…
“İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa” demiş atalarımız. Sabit telefon hariç, 8.5 milyar+2.5 milyar= 11 milyar dolar pahasına yerine getiriyoruz, atasözünün gereğini… Ülkenin 1 milyar dolar için el-avuç açtığı bir dönemde, 11 milyar dolarlık konuşarak anlaşacağımıza, keşke koklaşa koklaşa iletişim kursaydık.
Neyse... Şimdi müsadenizle, “Devletin bekâsı, ülkenin selâmeti ve cep yoluyla yapılan müsrifliğin önlenmesi için” tüm tanıdıkları arayıp bu yazımı okumalarını söylemem lâzım. Gidip kontör yükleyeyim bari.
26 Haziran 2008 Perşembe
Turnuvanın delisi Türkiye'ydi!..
Çeyrek final maçları oynanırken, bir tahminde bulunmuş ve yarı finale Almanya, İspanya, Türkiye ve Hollanda’nın çıkacağını söylemiştim. Dörtte üç isabet yakaladım ve Hollanda dışındaki üç takım yarı finale çıktı.
Bizim Hırvatistan’ı eleyeceğimize çok az kişi inanıyordu; bunlardan birisi de bendim. Tıpkı çeyrek final öncesi guruptan çıkacağımıza emin olduğum gibi… İnanıyordum, çünkü her ne kadar bireysel yıldızlarımız olmasa da tüm gücünü, performansını ortaya koyup, yüreğiyle oynayan, pes etmeden maçın son dakikasına kadar kazanma hırsıyla oynayan başka takım yok turnuvada.
Fatih Terim’in sakat olduklarını bildiği halde Gökhan Zan, Servet Çetin ve Emre Belözoğlu gibi futbolcuları kadroya alıp; özellikle savunmanın göbeğine alternatif isimler düşünmemesi, gerçekten büyük hataydı. Bir de, uluslar arası deneyimi yüksek olan Yıldıray, Halil ve Fatih Tekke gibi yıldızları kadroya almayıp; onların yerine Mevlüt, Tümer gibi futbolcuları tercih etmesi; futboldan birazcık anlayan herkesin tepkisine yol açmıştı.
Buna karşın önce guruptan çıkması, sonra çeyrek finalde Hırvatistan’ı eleyip yarı finalde Almanya’nın rakibi olması, büyük bir başarıydı… Kabul etmek gerekir ki, Türkiye en bilinçli, en sistemli ve düzenli maçını da Almanya’ya karşı oynamasına karşın, kaleci hatasına kurban gitti ve Rüştü’nün iki hatasıyla final şansını kaybetti.
Buraya kadarmış.
Yaklaşık 20 günlük şampiyonayı genel hatlarıyla değerlendirdiğimizde., Dünyanın en çok konuştuğu takım, eminim ki Türkiye’dir. 3 maçı da geriden gelip lehine çeviren bir başka takım yok çünkü. 23 futbolcusundan 9’u sakat veya cezalı olan, yedek listesine göstermelik sakat futbolcu yazan bir başka takım da yok.
Gazetelerimizn yazdığı, spor yorumcularının söylediği gibi gerçekten bu turnuvada büyük performans sergileyen Arda, Servet, Aurello, Semih, Hamit gibi futbolcularımızın bonservis bedelleri 2-3 kat prim yaptı mı bilmiyoruz ama, kaleci Tolga hariç 5 maçta görev yapan 22 futbolcu da, futbol otoritelerinden umulmadık olumlu notlar aldı.
Turnuvanın epeyce ilginç yönleri vardı. Herkes kendisine göre onlarca ilginç noktalar sıralayabilir. Ben burada sadece iki konuya dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, bizim dışımızda yarı finale kalan üç takımın (İspanya, Rusya, Almanya) teknik direktörlerinin, Fenerbahçe’yle ilişkileri… Fenerbahçe’nin 2008-2009 futbol sezonu için İspanya Teknik Direktörü Luis Aragones ile anlaştığı belirtiliyor. Almanya Teknik Direktörü Joachim Loew, Fenerbahçe’nin eski teknik direktörü… Ve Rusya Teknik Direktörü Guus Hiddink de yine daha önce Fenerbahçe’de teknik direktörlük yapmış bir futbol adamı…
Turnuvanın ikinci ilginç noktası da yine Rusya Teknik Direktörü Hiddink’le ilgili… Hiddink, Hollandalı. Elbette her futbolcu ve teknik adam, görev yaptığı takımın başarısı için çabalar, ter döker… Ama bir insanın kendi ülkesinin takımına karşı galip geldiğinde sevinme ölçüsünü çok merak ederdim. Bunun için de Hollanda-Rusya maçında Hiddink’i dikkatle izledim. Hiddink, Rusya’nın attığı golden sonra öyle aşırı sevindi ki, belki de hiç bir Rus o denli sevinmedi... Hele Rusya turu atlayınca gösterdiği sevinç, neredeyse tahrik derecesindeydi.
Bizim Hırvatistan’ı eleyeceğimize çok az kişi inanıyordu; bunlardan birisi de bendim. Tıpkı çeyrek final öncesi guruptan çıkacağımıza emin olduğum gibi… İnanıyordum, çünkü her ne kadar bireysel yıldızlarımız olmasa da tüm gücünü, performansını ortaya koyup, yüreğiyle oynayan, pes etmeden maçın son dakikasına kadar kazanma hırsıyla oynayan başka takım yok turnuvada.
Fatih Terim’in sakat olduklarını bildiği halde Gökhan Zan, Servet Çetin ve Emre Belözoğlu gibi futbolcuları kadroya alıp; özellikle savunmanın göbeğine alternatif isimler düşünmemesi, gerçekten büyük hataydı. Bir de, uluslar arası deneyimi yüksek olan Yıldıray, Halil ve Fatih Tekke gibi yıldızları kadroya almayıp; onların yerine Mevlüt, Tümer gibi futbolcuları tercih etmesi; futboldan birazcık anlayan herkesin tepkisine yol açmıştı.
Buna karşın önce guruptan çıkması, sonra çeyrek finalde Hırvatistan’ı eleyip yarı finalde Almanya’nın rakibi olması, büyük bir başarıydı… Kabul etmek gerekir ki, Türkiye en bilinçli, en sistemli ve düzenli maçını da Almanya’ya karşı oynamasına karşın, kaleci hatasına kurban gitti ve Rüştü’nün iki hatasıyla final şansını kaybetti.
Buraya kadarmış.
Yaklaşık 20 günlük şampiyonayı genel hatlarıyla değerlendirdiğimizde., Dünyanın en çok konuştuğu takım, eminim ki Türkiye’dir. 3 maçı da geriden gelip lehine çeviren bir başka takım yok çünkü. 23 futbolcusundan 9’u sakat veya cezalı olan, yedek listesine göstermelik sakat futbolcu yazan bir başka takım da yok.
Gazetelerimizn yazdığı, spor yorumcularının söylediği gibi gerçekten bu turnuvada büyük performans sergileyen Arda, Servet, Aurello, Semih, Hamit gibi futbolcularımızın bonservis bedelleri 2-3 kat prim yaptı mı bilmiyoruz ama, kaleci Tolga hariç 5 maçta görev yapan 22 futbolcu da, futbol otoritelerinden umulmadık olumlu notlar aldı.
Turnuvanın epeyce ilginç yönleri vardı. Herkes kendisine göre onlarca ilginç noktalar sıralayabilir. Ben burada sadece iki konuya dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, bizim dışımızda yarı finale kalan üç takımın (İspanya, Rusya, Almanya) teknik direktörlerinin, Fenerbahçe’yle ilişkileri… Fenerbahçe’nin 2008-2009 futbol sezonu için İspanya Teknik Direktörü Luis Aragones ile anlaştığı belirtiliyor. Almanya Teknik Direktörü Joachim Loew, Fenerbahçe’nin eski teknik direktörü… Ve Rusya Teknik Direktörü Guus Hiddink de yine daha önce Fenerbahçe’de teknik direktörlük yapmış bir futbol adamı…
Turnuvanın ikinci ilginç noktası da yine Rusya Teknik Direktörü Hiddink’le ilgili… Hiddink, Hollandalı. Elbette her futbolcu ve teknik adam, görev yaptığı takımın başarısı için çabalar, ter döker… Ama bir insanın kendi ülkesinin takımına karşı galip geldiğinde sevinme ölçüsünü çok merak ederdim. Bunun için de Hollanda-Rusya maçında Hiddink’i dikkatle izledim. Hiddink, Rusya’nın attığı golden sonra öyle aşırı sevindi ki, belki de hiç bir Rus o denli sevinmedi... Hele Rusya turu atlayınca gösterdiği sevinç, neredeyse tahrik derecesindeydi.
Oysa, İsviçre milli takımında oynayan KTürk asıllı Hakan Yakın, Türkiye’ye gol attığı zaman bırakın aşırıyı, normal bir sevinç bile göstermemişti. Annesi bile sevinmediğini itiraf etti. Düşünün, Almanya’yla oynadığımız yarı final maçında Almanya’nın başında bir Türk Hoca olsaydı, örneğin bir Samet, bir Rıza, Yılmaz Vural veya Güvenç Kurtar… Ve bizi elediklerinde Hiddink’in gösterdiği sevinci gösterselerdi…. Eminim ki vatan haini ilan edilir ve Türkiye’ye girişi yasaklanır; belki de fetvalar verilir, katli vacip denirdi. Aslında Hollandalılar’ın milliyetçiliği de aşırı dozdadır ve . ‘Oranje- portakal renkli kraliyet ve haliyle milli takım’ dendiği zaman akan sular durur. Ama, internet sitelerinden okuyoruz ki, Hollandalılar’ın büyük çoğunluğu Hiddink’in bu aşırı sevinç hareketlerinden hiç de rahatsız olmadılar. “Adam işini yaptı, başarılı oldu ve sevindi” diye de görüş belirttiler.Pek çok ilginç konularla hafızalarımızda kalacak ve Türkiye’nin pek çok çevrelerce uzun zaman konuşulacağı bir turnuvanın sonuna geliyoruz. Şu bir gerçek ki, her turnuvanın bir delisi olur derler. Bu turnuvanın delisi, hatta çılgını Türkiye’ydi. Bir kez daha kutluyorum.
MEHMET ATILGAN
16 Haziran 2008 Pazartesi
Milletçe psikopat olduk!..
Çevremizdeki kötülükleri, tehlikeleri, insanlık dışı olayları gördükçe; herkese, her şeye kuşkuyla bakar olduk.
Hiç kimseye güvenememekte haklıyız. Kimin ne zaman size kötülük yapacağını, kazık atacağını bilemiyorsunuz.
Herkes birer zırh kuşanmış, kendini savunma içgüdüsüyle bu zırhı her ortamda, herkese karşı kullanmak zorunda hissediyor… Biraz inançla, güvenle zırhını araladığında, en yakın kişilerin bile akla gelmeyecek zararlar verebileceğine inanıyor insanlar.
Bunun için de; yardımlaşma, dayanışma, güven duyma, paylaşma gibi değerler, artık geçersiz birer sözcük olmaktan öteye gidemiyor.
Çok temkinli, aşırı dikkatli olduğumuzda, tüm kötülüklerden korunacağımızı sanıyor; tüm davranışlarımızı abartıyoruz.
Toplumun genel yargısı; siyasetçilerin hepsi üçkağıtçı, iş adamlarının tümü sahtekâr, belli bölgelerdeki insanların tamamı potansiyel terörist, az gelirle geçimini sağlayabilen herkes hırsız, sokaktaki insanların yarısı kapkaççı, yarısı dolandırıcı… Alımlı kadınların çoğu fahişe, kibar erkeklerin hepsi kadın avcısı…
*Çocuk, okula gitmek için evden ayrılırken, anne-babanın ilk uyarısı “Aman ha oğlum/kızım. Okulun etrafındaki uyuşturucu tacirlerine yaklaşma sakın”…
*Eşi, işe giderken kocası sıkı sıkı tembih ediyor: “Kapkaççılara dikkat et. Çantanı boynundan çapraz as… Şu sokaktan sakın geçme, orda tinerciler var. Yukarı sokağı dolan”…
*Kızını yolcu eden anne-baba, “Yanındaki yolcu yiyecek, içecek bir şey ikram ederse sakın alma. Dünyanın her türlü hâli var. İnsanları böyle uyutup, organlarını alıyorlar” demekten kendilerini alamıyor.
*Kocası arada bir eve geç gelse, karısı “Beni mutlaka aldatıyor” diye düşünüyor. Karısı biraz iyi giyinse, makyajına dikkat etse, özel bir telefon görüşmesi yapsa, kocası “acaba”ları sıralıyor içinden…
*Bir yakınınız veya akrabanız olmadık bir zamanda arasa, “Kesin para isteyecek” diye temkinli davranıyor, geçim sıkıntısından filan söz etmeye başlıyorsunuz hemen.
İnsanlar, sadece insanlardan gelebilecek tehlikelere karşı değil, doğadan, çevreden, diğer canlılardan gelebilecek zararlara karşı da neredeyse birer psikopat haline geldi.
*Çocuk annesine “Anne yarın öğretmen bizi sınıfça pikniğe götürecek” diyor…
Annenin cevabı hazır. “Aman yavrum, pikniğe gidilecek sıra mı? Her tarafta kene kol geziyor. Asla izin vermem”…
*Biraz üşütsek, ateşimiz yükselse “Ya kuş gribidir, ya hepatit” diye olmadık tahliller yaptırıp, o doktor, bu poliklinik dolaşıyoruz. Her gittiğimiz sağlık kuruluşundan aldığımız onlarca ilacı kullanıp, vücudumuzu ilaç manyağı yapıyoruz.
*Aldığımız tüm gıda maddelerinin önce son kullanma tarihine bakıyoruz. Sonra Tarım Bakanlığı’nın izni var mı, Sağlık Bakanlığı’nın denetiminden geçmiş mi diye minnacık yazıları inceliyor, yazılanların hepsinin doğru olduğuna kendimizi inandırıp, gönül rahatlığıyla tüketiyoruz.
*Tatile gidiyoruz. “Denizde kolibasili var mıdır, suyun ölçümleri yapılmış mıdır” paranoyasıyla, denize girmeden, pansiyon balkonlarında okey oynayıp dönüyoruz tatilden.
*En çok ayda bir,ortaya bir deprem senaryosu atılıyor. Günlerce onu tartışıyor, depremle yatıp depremle kalkıyoruz.
İnsanlara, topluma, en yakınlarımıza güvenimiz yok.
Doğaya, çevreye, canlı-cansız tüm varlıklara kuşkuyla bakıp, kendimizi kuruyoruz.
Milletçe psikopat olduk tek kelimeyle.
Güvenden, yardımlaşmadan, paylaşmadan yoksun, herkese, her şeye endişeyle yaklaşan insanların, toplumun mutlu olması mümkün mü?
MEHMET ATILGAN
Hiç kimseye güvenememekte haklıyız. Kimin ne zaman size kötülük yapacağını, kazık atacağını bilemiyorsunuz.
Herkes birer zırh kuşanmış, kendini savunma içgüdüsüyle bu zırhı her ortamda, herkese karşı kullanmak zorunda hissediyor… Biraz inançla, güvenle zırhını araladığında, en yakın kişilerin bile akla gelmeyecek zararlar verebileceğine inanıyor insanlar.
Bunun için de; yardımlaşma, dayanışma, güven duyma, paylaşma gibi değerler, artık geçersiz birer sözcük olmaktan öteye gidemiyor.
Çok temkinli, aşırı dikkatli olduğumuzda, tüm kötülüklerden korunacağımızı sanıyor; tüm davranışlarımızı abartıyoruz.
Toplumun genel yargısı; siyasetçilerin hepsi üçkağıtçı, iş adamlarının tümü sahtekâr, belli bölgelerdeki insanların tamamı potansiyel terörist, az gelirle geçimini sağlayabilen herkes hırsız, sokaktaki insanların yarısı kapkaççı, yarısı dolandırıcı… Alımlı kadınların çoğu fahişe, kibar erkeklerin hepsi kadın avcısı…
*Çocuk, okula gitmek için evden ayrılırken, anne-babanın ilk uyarısı “Aman ha oğlum/kızım. Okulun etrafındaki uyuşturucu tacirlerine yaklaşma sakın”…
*Eşi, işe giderken kocası sıkı sıkı tembih ediyor: “Kapkaççılara dikkat et. Çantanı boynundan çapraz as… Şu sokaktan sakın geçme, orda tinerciler var. Yukarı sokağı dolan”…
*Kızını yolcu eden anne-baba, “Yanındaki yolcu yiyecek, içecek bir şey ikram ederse sakın alma. Dünyanın her türlü hâli var. İnsanları böyle uyutup, organlarını alıyorlar” demekten kendilerini alamıyor.
*Kocası arada bir eve geç gelse, karısı “Beni mutlaka aldatıyor” diye düşünüyor. Karısı biraz iyi giyinse, makyajına dikkat etse, özel bir telefon görüşmesi yapsa, kocası “acaba”ları sıralıyor içinden…
*Bir yakınınız veya akrabanız olmadık bir zamanda arasa, “Kesin para isteyecek” diye temkinli davranıyor, geçim sıkıntısından filan söz etmeye başlıyorsunuz hemen.
İnsanlar, sadece insanlardan gelebilecek tehlikelere karşı değil, doğadan, çevreden, diğer canlılardan gelebilecek zararlara karşı da neredeyse birer psikopat haline geldi.
*Çocuk annesine “Anne yarın öğretmen bizi sınıfça pikniğe götürecek” diyor…
Annenin cevabı hazır. “Aman yavrum, pikniğe gidilecek sıra mı? Her tarafta kene kol geziyor. Asla izin vermem”…
*Biraz üşütsek, ateşimiz yükselse “Ya kuş gribidir, ya hepatit” diye olmadık tahliller yaptırıp, o doktor, bu poliklinik dolaşıyoruz. Her gittiğimiz sağlık kuruluşundan aldığımız onlarca ilacı kullanıp, vücudumuzu ilaç manyağı yapıyoruz.
*Aldığımız tüm gıda maddelerinin önce son kullanma tarihine bakıyoruz. Sonra Tarım Bakanlığı’nın izni var mı, Sağlık Bakanlığı’nın denetiminden geçmiş mi diye minnacık yazıları inceliyor, yazılanların hepsinin doğru olduğuna kendimizi inandırıp, gönül rahatlığıyla tüketiyoruz.
*Tatile gidiyoruz. “Denizde kolibasili var mıdır, suyun ölçümleri yapılmış mıdır” paranoyasıyla, denize girmeden, pansiyon balkonlarında okey oynayıp dönüyoruz tatilden.
*En çok ayda bir,ortaya bir deprem senaryosu atılıyor. Günlerce onu tartışıyor, depremle yatıp depremle kalkıyoruz.
İnsanlara, topluma, en yakınlarımıza güvenimiz yok.
Doğaya, çevreye, canlı-cansız tüm varlıklara kuşkuyla bakıp, kendimizi kuruyoruz.
Milletçe psikopat olduk tek kelimeyle.
Güvenden, yardımlaşmadan, paylaşmadan yoksun, herkese, her şeye endişeyle yaklaşan insanların, toplumun mutlu olması mümkün mü?
MEHMET ATILGAN
12 Haziran 2008 Perşembe
Türban, "kapatılmama"nın diyeti
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, AKP için kapatma davası açtığında ve türban serbestisi yasasının iptali için Anayasa Mahkemesi’ne dava açıldığında Meclis Başkanı Köksal Toptan, her iki davayı kastederek “Ümit ediyorum ki, herkese oh dedirtecek bir karar çıkacak” demişti.
Meclis Başkanı bu sözü söylediğinde, herkese oh dedirtecek bir karar nasıl olur diye epeyce düşündüm.
Sonunda kendi kendime “Olsa olsa Anayasa mahkemesi, türban yasağını kaldırmaz. AKP için de hazine yardımının kesilmesi veya bazı AKP yöneticilerine siyaset yasağı getirilmesi gibi bir karar alınır. Böylece hem halkın gazı alınır, hem de AKP kapatılmayarak tansiyon düşürülür” dedim.
Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerde türbanı serbest bırakan yasayı iptal etmesinden sonra bu tahminim daha da güçlendi.
Herkes, “Yüksek mahkemenin türban kararı, AKP’nin kapatılma davasına da emsal temsil eder” diye yorumlar yapıyor bugünlerde. Ben tam tersini düşünüyorum ve hatta neredeyse eminim ki, AKP ka-pa-tıl-ma-ya-cak… En çok hazine yardımı kesilir, belki bazı kişeler de siyasetten men edilir. Sonuçta da ne şiş yansın ne kebap örneği, hem “laiklik elden gidiyor” diyenlerin öfkesi yatışır, hem de “halkın yüzde 47’sinin iradesi kapatılamaz” diyenler memnun edilmiş olur.
Gerçi herkes bir şeyin ucu kendisine dokununca feryat edip, demokrasiden, adaletten, hak-hukuktan bahsediyor; konu başkası olunca sesini çıkartmıyor ama, aklı selim düşünüldüğünde bir partinin kapatılması kadar adaletsiz bir uygulama yok. Eğer bir partinin yöneticileri, sorumluları; yetkilileri yasalara, anayasaya uymayan söylemler ve uygulamalar içinde olursa, o kişiler cezalandırılmalı… Hiçbir sistem, kendisini yok edecek, varlığına kasteden davranışlara izin vermez. Bunun tartışması bile olmaz. Ancak, böyle durumlarda cezalandırılması gereken, kişiler olmalıdır. Topyekün, kurumsal bir ceza, çağdışı bir yaklaşımdır.
Bugüne kadar Türkiye’de onlarca parti kapatıldı. Bugün de aynı yasalar geçerli. Şimdiye kadar parti kapatmalara karşı çıkmayanların ve yeterli çoğunlukları olduğu halde yasayı değiştirmeyenlerin, aynı şey kendi başlarına gelince demokrasi havarisi kesilmesi de hiç inandırıcı değil. Bunun adına “herkes, sadece kendisi için demokrat” denir.
Anayasa Mahkemesi’nin türban konusunda aldığı kararın bir başka boyutu daha var… Yüksem Mahkeme kararları, içtihat teşkil edeceğinden ve bundan sonra benzer biçimde mahkemeye getirilecek konularda, daha önce alınmış olan kararlar esas alınacağından, bundan böyle türban yasağının kaldırılması söz konusu olamayacaktır.
Türban ve kapatma davaları birlikte düşünüldüğünde ve çıkan karara bakıldığında şöyle bir özet yapılabilir bence… AKP, türbanı diyet ödemiştir ve bu diyet karşılığında, kapatılmaktan kurtulacaktır.
Anayasa Mahkemesi’nin AKP hakkında vereceği karar ne olursa olsun; Türkiye’nin parti kapatma ayıbından kurtulması gerekir. Herkes kendisi için değil, gerçek anlamda demokrat olma erdemini göstermeli ve hangi yelpazede, hangi eğilimde olursa olsun hiçbir partinin kapatılmaması için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
Meclis Başkanı bu sözü söylediğinde, herkese oh dedirtecek bir karar nasıl olur diye epeyce düşündüm.
Sonunda kendi kendime “Olsa olsa Anayasa mahkemesi, türban yasağını kaldırmaz. AKP için de hazine yardımının kesilmesi veya bazı AKP yöneticilerine siyaset yasağı getirilmesi gibi bir karar alınır. Böylece hem halkın gazı alınır, hem de AKP kapatılmayarak tansiyon düşürülür” dedim.
Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerde türbanı serbest bırakan yasayı iptal etmesinden sonra bu tahminim daha da güçlendi.
Herkes, “Yüksek mahkemenin türban kararı, AKP’nin kapatılma davasına da emsal temsil eder” diye yorumlar yapıyor bugünlerde. Ben tam tersini düşünüyorum ve hatta neredeyse eminim ki, AKP ka-pa-tıl-ma-ya-cak… En çok hazine yardımı kesilir, belki bazı kişeler de siyasetten men edilir. Sonuçta da ne şiş yansın ne kebap örneği, hem “laiklik elden gidiyor” diyenlerin öfkesi yatışır, hem de “halkın yüzde 47’sinin iradesi kapatılamaz” diyenler memnun edilmiş olur.
Gerçi herkes bir şeyin ucu kendisine dokununca feryat edip, demokrasiden, adaletten, hak-hukuktan bahsediyor; konu başkası olunca sesini çıkartmıyor ama, aklı selim düşünüldüğünde bir partinin kapatılması kadar adaletsiz bir uygulama yok. Eğer bir partinin yöneticileri, sorumluları; yetkilileri yasalara, anayasaya uymayan söylemler ve uygulamalar içinde olursa, o kişiler cezalandırılmalı… Hiçbir sistem, kendisini yok edecek, varlığına kasteden davranışlara izin vermez. Bunun tartışması bile olmaz. Ancak, böyle durumlarda cezalandırılması gereken, kişiler olmalıdır. Topyekün, kurumsal bir ceza, çağdışı bir yaklaşımdır.
Bugüne kadar Türkiye’de onlarca parti kapatıldı. Bugün de aynı yasalar geçerli. Şimdiye kadar parti kapatmalara karşı çıkmayanların ve yeterli çoğunlukları olduğu halde yasayı değiştirmeyenlerin, aynı şey kendi başlarına gelince demokrasi havarisi kesilmesi de hiç inandırıcı değil. Bunun adına “herkes, sadece kendisi için demokrat” denir.
Anayasa Mahkemesi’nin türban konusunda aldığı kararın bir başka boyutu daha var… Yüksem Mahkeme kararları, içtihat teşkil edeceğinden ve bundan sonra benzer biçimde mahkemeye getirilecek konularda, daha önce alınmış olan kararlar esas alınacağından, bundan böyle türban yasağının kaldırılması söz konusu olamayacaktır.
Türban ve kapatma davaları birlikte düşünüldüğünde ve çıkan karara bakıldığında şöyle bir özet yapılabilir bence… AKP, türbanı diyet ödemiştir ve bu diyet karşılığında, kapatılmaktan kurtulacaktır.
Anayasa Mahkemesi’nin AKP hakkında vereceği karar ne olursa olsun; Türkiye’nin parti kapatma ayıbından kurtulması gerekir. Herkes kendisi için değil, gerçek anlamda demokrat olma erdemini göstermeli ve hangi yelpazede, hangi eğilimde olursa olsun hiçbir partinin kapatılmaması için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
Mehmet Atılgan
11 Haziran 2008 Çarşamba
Eskiden ve şimdi
Birileri üşenmemiş, eski ile yeniyi karşılaştırıp bazı ayrımları yazmış.
Baktım ki, çok eksik var. Hem de çok önemli konularda.
Önce, kimin yazdığını bilmediğim karşılaştırmaları yazayım; sonra da benim aklıma gelenleri.
Eskiden bir memur maaşıyla dört kişi geçinebiliyordu.
Şimdi dört memur maaşıyla bir vatandaş zor geçiniyor...
Eskiden dansözler yılda bir kere televizyona çıkardı.
Şimdi bazı televizyon programlarını dansözler sunuyor...
Eskiden hükümetler ülke sorunu çözerdi.
Şimdi ülke, hükümetin sorunlarını çözmek için çırpınıyor...
Eskiden ekranlar siyah beyazdı.
Şimdi kan kırmızısı...
Eskiden basında fikir adamları vardı.
Şimdi, "onun-bunun" adamları var...
Eskiden atı alan Üsküdar'ı geçiyordu.
Şimdi yatı alan okyanusu geçiyor...
Eskiden eşeğe altın semer de taksan eşekti.
Şimdi beyefendi oluyor...
Bunlar, alıntı karşılaştırmalar. Biraz da ben ekleyeyim.
Eskiden çocuklar misketle büyürdü.
Şimdi disketle…
Eskiden davul dengi dengine çalardı
Şimdi zengine zengine çalıyor…
Eskiden büyüklerin eli öpülürdü.
Şimdi önüne gelen el-ayak öpüyor…
Eskiden büyüklerin sözü dinlenirdi.
Şimdi “telekulak”la herkes dinleniyor…
Eskiden insan, makamı şereflendirirdi.
Şimdi makam, insanı şereflendiriyor…
Eskiden borç yiğidin kamçısıydı.
Şimdi borç, icranın, hacizin kamçısı…
Eskiden Sezarı’ın hakkı Sezar’a verilirdi.
Şimdi herkes Brütüs…
Eskiden insanlar banka soyardı.
Şimdi sahipleri bankaları soyuyor…
Eskiden yoksullar çalardı.
Şimdi gücü elinde bulunduranlar çalıyor.
Eskiden siyasetçi geçinenler vardı.
Şimdi herkes siyasetten geçiniyor…
Ve… Halkın yaşamını karartan, canından bezdiren ekmek zamları…
Eskiden yılda bir, utanılarak ekmeğe zam yapılırdı.
Şimdi ayda bir, pişkin pişkin yapılıyor…
MEHMET ATILGAN
Baktım ki, çok eksik var. Hem de çok önemli konularda.
Önce, kimin yazdığını bilmediğim karşılaştırmaları yazayım; sonra da benim aklıma gelenleri.
Eskiden bir memur maaşıyla dört kişi geçinebiliyordu.
Şimdi dört memur maaşıyla bir vatandaş zor geçiniyor...
Eskiden dansözler yılda bir kere televizyona çıkardı.
Şimdi bazı televizyon programlarını dansözler sunuyor...
Eskiden hükümetler ülke sorunu çözerdi.
Şimdi ülke, hükümetin sorunlarını çözmek için çırpınıyor...
Eskiden ekranlar siyah beyazdı.
Şimdi kan kırmızısı...
Eskiden basında fikir adamları vardı.
Şimdi, "onun-bunun" adamları var...
Eskiden atı alan Üsküdar'ı geçiyordu.
Şimdi yatı alan okyanusu geçiyor...
Eskiden eşeğe altın semer de taksan eşekti.
Şimdi beyefendi oluyor...
Bunlar, alıntı karşılaştırmalar. Biraz da ben ekleyeyim.
Eskiden çocuklar misketle büyürdü.
Şimdi disketle…
Eskiden davul dengi dengine çalardı
Şimdi zengine zengine çalıyor…
Eskiden büyüklerin eli öpülürdü.
Şimdi önüne gelen el-ayak öpüyor…
Eskiden büyüklerin sözü dinlenirdi.
Şimdi “telekulak”la herkes dinleniyor…
Eskiden insan, makamı şereflendirirdi.
Şimdi makam, insanı şereflendiriyor…
Eskiden borç yiğidin kamçısıydı.
Şimdi borç, icranın, hacizin kamçısı…
Eskiden Sezarı’ın hakkı Sezar’a verilirdi.
Şimdi herkes Brütüs…
Eskiden insanlar banka soyardı.
Şimdi sahipleri bankaları soyuyor…
Eskiden yoksullar çalardı.
Şimdi gücü elinde bulunduranlar çalıyor.
Eskiden siyasetçi geçinenler vardı.
Şimdi herkes siyasetten geçiniyor…
Ve… Halkın yaşamını karartan, canından bezdiren ekmek zamları…
Eskiden yılda bir, utanılarak ekmeğe zam yapılırdı.
Şimdi ayda bir, pişkin pişkin yapılıyor…
MEHMET ATILGAN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)