Sigara yasağı, uzun yıllardır konuşulmasına rağmen son 1 yılda sıkça gündeme geldi. Ve geçtiğimiz günlerde de yasalaşarak uygulamaya konuldu.
Sigara yasağıyla ilgili olarak da, başka yasaklar konusunda da son bir yılda 4-5 yazı yazıp abartılı ve mantıksız yasaklara karşı çıktım.
Bu yazılarımı okuyanlar, benim tüm yasaklara karşı olduğum gibi bir kanıya varmış olabilirler.
Oysa, elimde imkânım ve yetkim olsa, o kadar çok yasak koyarım ki; herhalde en katı, acımasız “yassah”çıları bile mumla ararsınız.
Neler yaparım örneğin?
İlk başta Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’a siyaset yasağı getiririm. Her türlü yetkisini elinden alır; apartman yöneticiliği dahil, hiçbir yerde yöneticilik yapmasına izin vermem. Oğlu Abdullah Unakıtan’a da ticaret yasağı koyar, bilye bile alıp satmasını engellerim, memleketin selameti için…
En çok rahatsız olduğum bir başka konu da tüm maçlardan önce İstiklal marşı okunması… Bağımsızlığı simgeleyen marşın, sanki savaşa gider gibi, spor karşılaşmalarından önce okunması benim çok tuhafıma gidiyor. Bunu da yasaklarım.
İbrahim Tatlıses’in müzik dünyasında “imparator” olarak anılması, çok yerinde bir şey… Sesiyle, yorumuyla, tam da bu unvana layık… Ama türküleri dışında yaptığı konuşmalar, espriler, öyle düşük ki; sanatındaki “imparator”luğu gölgeliyor. Tatlıses’e konuşma ve espri yasağı koymak; en başta hayranlarını mutlu eder sanırım…
Gazetecilere de bir yasak koymak lazım… Başbakan Tayyip Erdoğan’a ayaküstü, önceden haber verilmeyen soru sorma yasağı uygulamak şart… Böyle ani sorular karşısında Başbakanımız sinirleniyor., öfkeleniyor, kontrolünü kaybediyor… “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir”, “Ananı da al git” gibi laflar edince de, günlerce, aylarca, Türkiye’de gündem değişiyor; onca sorun arasında gereksiz tartışmalar, gerginlikler yaşanıyor…
Toplumun mutluluğu, halkın huzur ve refahı, vatandaşın sağlıklı psikolojisi açısından; Milli Takım Teknik Direktörü Fatih Terim’e de, demeç verirken, televizyona çıkarken “mimik” yasağı koymakta büyük yarar var. Kaş, göz işaretleri, dudak yalamalarını izlerken, adamcağızın ne demek istediğine dikkat eden yok. Onca eziyet, zahmet çekip bir şeyler anlatıyor ama; röportaj bittiğinde insanların aklında kalan tek şey; kaş-göz, dil-dudak…
Bir tv kanalında yayınlanan “alaturka” mıdır nedir bir ses yarışması var… Programda 4 de jüri üyesi var. Okuduğumuz kadarıyla jüri üyeleri program başına 35 bin dolarla, 75 bin dolar arasında ücret alıyormuş. Alsınlar; Allah daha çok versin de… İçlerinde Armağan Çağlayan diye birisi var ki; adam sanki jüri üyesi değil, nöbetçi hakaret memuru… Senin gözünün üstünde kaşın var; üzümün çöpü var, armudun sapı var deyip, her yarışmacıya olmadık hakaretler yapıyor. İnsanları aşağılayarak para kazanılan başka bir meslek yoktur herhalde. Armağan Çağlayan’a değil ses yarışması, çelik-çomak jüriliğini bile yasaklamak lâzım.
Aslında toplumun ve ülkenin geleceği için daha konulması gereken aklımda epeyce yasak var. Onları da başka zaman yazmak üzere, çok gerekli son bir yasakla yazıyı bitirelim bugünlük. Radyo ve televizyon yayınlanan şarkı-türkülere de bir çeki düzen vermekte sayısız yarar var. Ne o öyle “Dam üstünde un eler-tombul tombul memeler”, “salla salla, gül memeler çağlasın”, “Halime’yi samanlıkta bastılar”, “Fadime’yle bir kerecik yatmayla dul olmaz”, “Göğüslerin yumru yumru/arılar mı soktu seni” gibi türküler…
Cık cık cık… İnsanın fikrini bozuyor. Bu gibi türküler de derhal yassahlanmalı…
MEHMET ATILGAN
26 Mayıs 2008 Pazartesi
22 Mayıs 2008 Perşembe
Sigara yasağının saçmalıkları
Toplumu rahatsız eden, sağlığı tehdit eden, özgürlükleri engelleyen konulardaki yasaklar, gerekli uygulamalardır ve kesinlikle karşı çıkmam mümkün değil.
Ama, her yasağın bir mantığı olmalı.
Örneğin sigara yasağını kapsamı ve uygulanma biçimi bana çok saçma geliyor.
Bu yasak Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerinde var. Ama, yasak uygulanırken; sigara içenlere de uygun ortamlar yaratılmış, onların haklarına da saygı gösterilmiş.
Öncelikle, harıl harıl sigara üretip, bütçesinde sigara gelirlerine yer ayırıp, giderlerini buna göre ayarlayan bir devletin; neredeyse tüm ülkeyi kapsayacak biçimde tanımlanan “kamu alanı”nda sigara içilmesini yasaklamasının mantıkla uzaktan yakından ilgisi yok.
Bir kahvehaneye gidip çay içeceksin; sigara yasak… Bir lokantada yemek yedikten sonra sigara yakacaksın; yasak… Bir okulda, devlet dairesinde derslerden, işlerden bunaldın, teneffüste, dinlenme arasında iki nefes çekeceksin; yasak… Trende yasak, vapurda yasak, uçakta yasak…
Tamam anladık, toplumun rahatsız olmaması için, bu mekanlarda yasak uygulanabilir ama; her yasağı koyarken önlemini de almak gerekmez mi? Tren, uçak, vapur seferlerini düzenlerken belli saatlerde sigaralı seferler koymak; bu yasakları koyanların görevi değil mi? Lokantalarda, kahvehanelerde sigaralı, sigarası bölümlerin düzenlenmesi, insan hakları açısından zorunlu değil mi?
Günde 8 saat derse giren bir sigara tiryaki öğretmenin haklarını korumak da devletin görevi değil mi?
Saatlerce kafasını kaldırmadan vatandaşın işlemlerini yapan bir devlet memurunun 1-2 saatte bir sigara içme hakkı olamaz mı?
3-4 gündür görüyorum, sigara tiryakisi memurlar, bir bahane ile -5-10 dakika izin alıp, dairesine en yakın bir tanıdığının işyerine gidip bir sigara içip geri işine dönüyor…
Toplumsal özgürlükleri tesis edelim derken, bireysel özgürlüklerin bu denli kısıtlanmasının tehlikeli noktalara varması hesapta olmayan biç o sorunu ve çelişkiyi de beraberinde getirir. Yasak; bizi yaşamın evrensel ve ebedi bir çelişkisine, bireysel özgürlükle toplumsal yaşam arasındaki gergin ilişkiye götürüyor.
Bu gerginliğin, zaten geçim sıkıntısıyla, toplumsal sorunlarla, terör bunalımıyla patlama noktasında olan milyonlarca insanımız arasında nasıl bir etki yapacağını düşünmüşler midir acaba, bu yasağı bu denli geniş ve katı kapsamda tutanlar?..
Eğer, toplumun sağlığı, özgürlüğü, fiziksel ve ruhsal rahatlığı esas alınacaksa, sigarayla birlikte onlarca alanda da yasaklar konulmalı o zaman… Örneğin cep telefonu… Kapalı alanlarda, sokaklarda, okul koridorlarında, devlet dairelerinin tüm birimlerinde bağıra bağıra herkesin rahatsız olacağı biçimde konuşmalardan da benim gibi herkes rahatsız oluyor. Önce devlet dairelerinde cep telefonuyla konuşmak yasaklanmalı…
Yanlış anlaşılmasın, insanları rahatsız edecek biçimde her yerde serbestçe sigara içilsin demiyorum. Ama sigara içenlerin de hakları korunmalı ve gerekli önlemler alınarak, sigara yasağının alt yapısı hazırlanmalı.
Bu yasağın uygulanmasındaki saçmalıklar ortadan kaldırılmalı…
MEHMET ATILGAN
Ama, her yasağın bir mantığı olmalı.
Örneğin sigara yasağını kapsamı ve uygulanma biçimi bana çok saçma geliyor.
Bu yasak Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerinde var. Ama, yasak uygulanırken; sigara içenlere de uygun ortamlar yaratılmış, onların haklarına da saygı gösterilmiş.
Öncelikle, harıl harıl sigara üretip, bütçesinde sigara gelirlerine yer ayırıp, giderlerini buna göre ayarlayan bir devletin; neredeyse tüm ülkeyi kapsayacak biçimde tanımlanan “kamu alanı”nda sigara içilmesini yasaklamasının mantıkla uzaktan yakından ilgisi yok.
Bir kahvehaneye gidip çay içeceksin; sigara yasak… Bir lokantada yemek yedikten sonra sigara yakacaksın; yasak… Bir okulda, devlet dairesinde derslerden, işlerden bunaldın, teneffüste, dinlenme arasında iki nefes çekeceksin; yasak… Trende yasak, vapurda yasak, uçakta yasak…
Tamam anladık, toplumun rahatsız olmaması için, bu mekanlarda yasak uygulanabilir ama; her yasağı koyarken önlemini de almak gerekmez mi? Tren, uçak, vapur seferlerini düzenlerken belli saatlerde sigaralı seferler koymak; bu yasakları koyanların görevi değil mi? Lokantalarda, kahvehanelerde sigaralı, sigarası bölümlerin düzenlenmesi, insan hakları açısından zorunlu değil mi?
Günde 8 saat derse giren bir sigara tiryaki öğretmenin haklarını korumak da devletin görevi değil mi?
Saatlerce kafasını kaldırmadan vatandaşın işlemlerini yapan bir devlet memurunun 1-2 saatte bir sigara içme hakkı olamaz mı?
3-4 gündür görüyorum, sigara tiryakisi memurlar, bir bahane ile -5-10 dakika izin alıp, dairesine en yakın bir tanıdığının işyerine gidip bir sigara içip geri işine dönüyor…
Toplumsal özgürlükleri tesis edelim derken, bireysel özgürlüklerin bu denli kısıtlanmasının tehlikeli noktalara varması hesapta olmayan biç o sorunu ve çelişkiyi de beraberinde getirir. Yasak; bizi yaşamın evrensel ve ebedi bir çelişkisine, bireysel özgürlükle toplumsal yaşam arasındaki gergin ilişkiye götürüyor.
Bu gerginliğin, zaten geçim sıkıntısıyla, toplumsal sorunlarla, terör bunalımıyla patlama noktasında olan milyonlarca insanımız arasında nasıl bir etki yapacağını düşünmüşler midir acaba, bu yasağı bu denli geniş ve katı kapsamda tutanlar?..
Eğer, toplumun sağlığı, özgürlüğü, fiziksel ve ruhsal rahatlığı esas alınacaksa, sigarayla birlikte onlarca alanda da yasaklar konulmalı o zaman… Örneğin cep telefonu… Kapalı alanlarda, sokaklarda, okul koridorlarında, devlet dairelerinin tüm birimlerinde bağıra bağıra herkesin rahatsız olacağı biçimde konuşmalardan da benim gibi herkes rahatsız oluyor. Önce devlet dairelerinde cep telefonuyla konuşmak yasaklanmalı…
Yanlış anlaşılmasın, insanları rahatsız edecek biçimde her yerde serbestçe sigara içilsin demiyorum. Ama sigara içenlerin de hakları korunmalı ve gerekli önlemler alınarak, sigara yasağının alt yapısı hazırlanmalı.
Bu yasağın uygulanmasındaki saçmalıklar ortadan kaldırılmalı…
MEHMET ATILGAN
12 Mayıs 2008 Pazartesi
Türkçe'ye çok yönlü saldırılar...
Türkçe, resmen yok edilmek için büyük bir senaryoyla karşı karşıya…
Uluslar, sadece gönderlere çektikleri bayraklarla bağımsız olmazlar. Aynı zamanda dil bayraklarıyla, kültür bayraklarıyla özgür, bağımsız bir kimliğe sahip olurlar.
Her yıl Dünyada 10 binden fazla dil, yok olup gidiyor. Türkçe’nin de bu yitip giden diller arasına girmesi için sanki herkes, el birliği yapmışçasına, akla gelmeyecek biçimde dejenere etmeye, bozmaya çalışıyor.
Bazı siyasi kaygılarla, Arapça’yı, Farsça’yı ön plana çıkaran kesimlerin yanı sıra; Batı özentileriyle kendilerinin bile tam anlayamadıkları bir konuşma biçimini seçenler de Türkçe’nin yok olup gitmesi oyununda rollerini en iyi biçimde oynuyorlar.
İnsanoğlu’nun bugüne kadar eriştiği en önemli teknoloji internet, ne yazık ki Türkiye’de ve benzer ülkelerde dillerin yok edilme sürecine hizmet ediyor. Özellikle gençler; kimi zaman cümleleri kısaltma adına bye, mrb, slm gibi sözcüklerle, kimi zaman da özentilerle kendisinin bile tam anlamını bilmediği yabanca sözcüklerle güya entel cümleler kurma peşindeler.
Bir internet sitesinde bir gencimizin düşünü anlattığı bir paragrafı okuyunca hayretler içerisinde kaldım. Aktarayım da kararı siz verin.
“Düşümde: (“The Marmara Oteli”ne gittim. Kapıda “bodyguard”lar karşıladı. Hemen sağımdaki “cafeteria” çok kalabalıktı. “Loby”yi geçip “asansör”e bindim ve “roof”a çıktım. Pencere yanındaki bir masaya oturdum. Önümdeki “mönü”yü inceledim. Şık giyimli, oldukça kibar bir “garson”dan şekerli kahve istedim; ama yokmuş. Bana kendi “special”lerini önerdi; ben bir “kapuçino” ısmarladım. Hemen karşımda, yeşillikler arasına saplanmış bir beton hançer gibi bütün görkemiyle duran “Swissotel”i ve otelin duvarına kocaman kocaman yazıldığı gibi “The Bosphorus”un tadına doyulmayan manzarasını izledim uzun uzun. Bugüne dek İstanbul’a hiç böyle “panoramik” bakmamıştım. Karnım acıktı ama “mönü”de tanıdık bir yemek adı göremeyince yemekten caydım. “Kapuçino”mu bitirince “adisyon”da yazılı hesabı ödeyip kalktım. “Live music” olmadığı için benden “kons” almadılar. “Asansör”e binip aşağı indim. “Loby”den geçerken bu kez solumda kalan “cafeteria”nın “full dolduğunu(!)” gördüm. “Bodyguard”lara “by by” diyerek “bulvar”a çıktım,bir “taxi” çevirerek kendimi evime attım.”
İnternet dilinin saldırıları yetmiyormuş gibi şimdi de reklam dili, Türkçe’yi katlediyor.
Radyo ve televizyonlarda bir piliç reklamı yayınlanıyor. Ünlü sanatçılar çıkıp, “Sipi piliçleri, leziz, güvenilir, sağlıklı…” gibi laflar ettikçe, “dile ihanetin bu kadarına pes” demekten kendimi alamıyorum. Reklamını yaptıkları piliç markası; CP… Türkçe’de “Si” diye, Pi” diye bir harf var mı Allah aşkına? “Si”yi nota, “pi”yi 3.14 sabit sayı olarak biliriz de, alfabeye eklendiğini de bu reklam sayesinde öğrendik. Adam gibi çıkıp “CePe” biliçleri deyince, pilicin kalitesi mi düşüyor sanki? Ne bu özenti, ne bu dil katliamının mantığı?
Dilimize yerleşmiş bazı yabancı sözcükler vardır ki; tam Türkçe karşılığı olmadığından günlük yaşamımızda kullanmak durumunda kalırız. Örneğin televizyon, radyo, asansör, kalorifer, otobüs, taksi, gibi dilimize teknolojiyle girmiş Batı kökenli sözcüklerin yerine ne kadar Türkçe karşılık koymak istesek de, topluma yerleştiği için yine bu sözcükler kullanılıyor. Benzer biçimde; kalem, kitap, kelime gibi Arapça sözcükler de artık Türkçe’leşmiştir ve yadırganmamaktadır.
Dil zorlama kabul etmez. Toplum, zamanla günlük yaşamda kullandığı bazı yabancı kökenli sözcüklerin yerine Türkçe karşılık bulup, kullanmaktadır. Örneğin bir zamanlar kompütür olarak dilimize giren araç, şimdilerde herkes tarafından bilgisayar olarak tanımlanıyor. Eskiden muallim derdik, şimdi herkes öğretmen diyor. Daha 20-25 yıl öncesinde talebe derdik, şimdi öğrenci; mesele yerine, sorun; tatbik yerine, uygulama; vesika yerine, belge gibi sözcükler toplum tarafından zaman içerisinde benimsenmiştir.
Kimilerinin özentiyle, kimilerinin siyasal kaygılarla, kimilerinin de umursamazlıkları sonucu; tarihin en önemli dillerinden Türkçe, hızla yok olmaya doğru gidiyor.
Biraz duyarlılık…
Biraz sorumluluk…
MEHMET ATILGAN
Uluslar, sadece gönderlere çektikleri bayraklarla bağımsız olmazlar. Aynı zamanda dil bayraklarıyla, kültür bayraklarıyla özgür, bağımsız bir kimliğe sahip olurlar.
Her yıl Dünyada 10 binden fazla dil, yok olup gidiyor. Türkçe’nin de bu yitip giden diller arasına girmesi için sanki herkes, el birliği yapmışçasına, akla gelmeyecek biçimde dejenere etmeye, bozmaya çalışıyor.
Bazı siyasi kaygılarla, Arapça’yı, Farsça’yı ön plana çıkaran kesimlerin yanı sıra; Batı özentileriyle kendilerinin bile tam anlayamadıkları bir konuşma biçimini seçenler de Türkçe’nin yok olup gitmesi oyununda rollerini en iyi biçimde oynuyorlar.
İnsanoğlu’nun bugüne kadar eriştiği en önemli teknoloji internet, ne yazık ki Türkiye’de ve benzer ülkelerde dillerin yok edilme sürecine hizmet ediyor. Özellikle gençler; kimi zaman cümleleri kısaltma adına bye, mrb, slm gibi sözcüklerle, kimi zaman da özentilerle kendisinin bile tam anlamını bilmediği yabanca sözcüklerle güya entel cümleler kurma peşindeler.
Bir internet sitesinde bir gencimizin düşünü anlattığı bir paragrafı okuyunca hayretler içerisinde kaldım. Aktarayım da kararı siz verin.
“Düşümde: (“The Marmara Oteli”ne gittim. Kapıda “bodyguard”lar karşıladı. Hemen sağımdaki “cafeteria” çok kalabalıktı. “Loby”yi geçip “asansör”e bindim ve “roof”a çıktım. Pencere yanındaki bir masaya oturdum. Önümdeki “mönü”yü inceledim. Şık giyimli, oldukça kibar bir “garson”dan şekerli kahve istedim; ama yokmuş. Bana kendi “special”lerini önerdi; ben bir “kapuçino” ısmarladım. Hemen karşımda, yeşillikler arasına saplanmış bir beton hançer gibi bütün görkemiyle duran “Swissotel”i ve otelin duvarına kocaman kocaman yazıldığı gibi “The Bosphorus”un tadına doyulmayan manzarasını izledim uzun uzun. Bugüne dek İstanbul’a hiç böyle “panoramik” bakmamıştım. Karnım acıktı ama “mönü”de tanıdık bir yemek adı göremeyince yemekten caydım. “Kapuçino”mu bitirince “adisyon”da yazılı hesabı ödeyip kalktım. “Live music” olmadığı için benden “kons” almadılar. “Asansör”e binip aşağı indim. “Loby”den geçerken bu kez solumda kalan “cafeteria”nın “full dolduğunu(!)” gördüm. “Bodyguard”lara “by by” diyerek “bulvar”a çıktım,bir “taxi” çevirerek kendimi evime attım.”
İnternet dilinin saldırıları yetmiyormuş gibi şimdi de reklam dili, Türkçe’yi katlediyor.
Radyo ve televizyonlarda bir piliç reklamı yayınlanıyor. Ünlü sanatçılar çıkıp, “Sipi piliçleri, leziz, güvenilir, sağlıklı…” gibi laflar ettikçe, “dile ihanetin bu kadarına pes” demekten kendimi alamıyorum. Reklamını yaptıkları piliç markası; CP… Türkçe’de “Si” diye, Pi” diye bir harf var mı Allah aşkına? “Si”yi nota, “pi”yi 3.14 sabit sayı olarak biliriz de, alfabeye eklendiğini de bu reklam sayesinde öğrendik. Adam gibi çıkıp “CePe” biliçleri deyince, pilicin kalitesi mi düşüyor sanki? Ne bu özenti, ne bu dil katliamının mantığı?
Dilimize yerleşmiş bazı yabancı sözcükler vardır ki; tam Türkçe karşılığı olmadığından günlük yaşamımızda kullanmak durumunda kalırız. Örneğin televizyon, radyo, asansör, kalorifer, otobüs, taksi, gibi dilimize teknolojiyle girmiş Batı kökenli sözcüklerin yerine ne kadar Türkçe karşılık koymak istesek de, topluma yerleştiği için yine bu sözcükler kullanılıyor. Benzer biçimde; kalem, kitap, kelime gibi Arapça sözcükler de artık Türkçe’leşmiştir ve yadırganmamaktadır.
Dil zorlama kabul etmez. Toplum, zamanla günlük yaşamda kullandığı bazı yabancı kökenli sözcüklerin yerine Türkçe karşılık bulup, kullanmaktadır. Örneğin bir zamanlar kompütür olarak dilimize giren araç, şimdilerde herkes tarafından bilgisayar olarak tanımlanıyor. Eskiden muallim derdik, şimdi herkes öğretmen diyor. Daha 20-25 yıl öncesinde talebe derdik, şimdi öğrenci; mesele yerine, sorun; tatbik yerine, uygulama; vesika yerine, belge gibi sözcükler toplum tarafından zaman içerisinde benimsenmiştir.
Kimilerinin özentiyle, kimilerinin siyasal kaygılarla, kimilerinin de umursamazlıkları sonucu; tarihin en önemli dillerinden Türkçe, hızla yok olmaya doğru gidiyor.
Biraz duyarlılık…
Biraz sorumluluk…
MEHMET ATILGAN
1 Mayıs 2008 Perşembe
Cinayet böyle şeylerden çıkar!..
Cinayet böyle şeylerden çıkar!..
Ya da küfürün adını günah koymuşlar…
Resmen kafayı yiyeceğim.
Demedi demeyin. Kim ki bana Türkiye’de enflasyon yüzde 8, yüzde 10 filan lafını ederse, gözünün yaşına bakmam.
Valla bugüne kadar tavuk bile kesmemiş bir insan olarak, elimden bir kaza çıkar; olan, “enflasyon düşüyor” lafını edene olur, bilmiş olun.
Enflasyon rakamını tespit edenler; istedikleri gibi sonuç çıkartmanın yolunu bulmuşlar… “Enflasyon sepeti” diye bir kutu icat etmişler. İçine istediklerini atıp, istediklerini çıkartıyorlar.
Mesela bu ay enflasyon çok mu düşük çıksın istiyorlar. Sepetten, fiyatı artan maddeleri çıkartıyorlar; yerine modası geçmiş, hiç kullanılmayan, fiyatının artma ihtimali olmayan maddeleri koyuyorlar. Örneğin, siyah-beyaz televizyon, örneğin at nalı, örneğin gaz lambası… Bazen bakıyorlar ki millete ayıp oluyor; azcık yükseltelim diyorlar. Sepetin içinden, fiyatı artmayan kireç taşını, dinamiti çıkartıyorlar, yerine eh işte ihtiyaç sayılan, at heybesini, eşek semerini koyuyorlar; enflasyonu yüzde 8’den 8.5’e çıkartıyorlar.
Biz de geri zekalıyız ya, yutuyoruz.
Ekmek geçen yıl bu zamanlar ne kadardı? 25 kuruş. Yani 250 bin lira.
Şimdi ne kadar? 40 kuruş. Yani 400 bin lira.
Artış ne kadar? Yüzde 60.
Son 1 yılda kuru fasulyenin fiyatı yüzde 160 arttı.
Pirinç fiyatı yüzde 200 yükseldi.
1 yılda zeytin yağı, yüzde 133; peynir yüzde 50; şeker yüzde 40; un yüzde 70; çay yüzde 45, mercimek yüzde 70 zam gördü… Pirinçteki astronomik artış sonucu yetkililerin “bulgur yeyin” çağrısından sonra geçtiğimiz hafta da bulgurun fiyatı yüzde 80-90 arttı.
Temel ihtiyaç maddelerindeki ortalama artış, yüzde 50’nin üzerinde.
Bakın ciddi sivil enflasyon araştırmacıları, geçtiğimiz mart ayındaki artış oranlarını nasıl açıkladılar.
Yaş sebze ve meyvede yüzde 279, kurutulmuş ürünlerde yüzde 170, baklagillerde yüzde 246 ve hayvansal ürünlerde de yüzde 176…
Yine mart ayında kuru fasulye yüzde 30, kırmızı mercimek yüzde 19, et yüzde 12 arttı.
Peki devletin mart ayı enflasyon açıklaması ne? Yüzde 9.
İnsaf.
Yarın veya en geç pazartesi günü nisan ayı enflasyon rakamları açıklanacak. Göreceksiniz yine gülünç rakamlarla kandıracaklar bizi.
Sıkılmadan, utanmadan; “enflasyon sepeti”nin içindeki maddeleri çıkartıp, bir başkasını koyarak; nasıl oluyor da hâlâ “enflasyon yüzde 9-10” diyebiliyorlar anlayamıyorum.
Aslında anlıyorum da, bu denli aptal yerine konmak ağrıma gidiyor, onuruma dokunuyor.
Onun için, her an elimden bir kaza çıkabilir diyorum işte.
Aslında çıkabilir değil, kesin çıkar.
Ama maktul kim olur bilmem.
Herkes benimle enflasyon konuşurken, rakam telaffuz ederken, ayağını denk alsın.
Cinayet böyle şeylerden çıkar.
Allah korusun, benim cinayetle filan işim olmaz da; en azından okkalı bir küfür ederim haberiniz olsun.
Böyle durumlarda küfürün günah olduğunu hiç zannetmiyorum.
MEHMET ATILGAN
Ya da küfürün adını günah koymuşlar…
Resmen kafayı yiyeceğim.
Demedi demeyin. Kim ki bana Türkiye’de enflasyon yüzde 8, yüzde 10 filan lafını ederse, gözünün yaşına bakmam.
Valla bugüne kadar tavuk bile kesmemiş bir insan olarak, elimden bir kaza çıkar; olan, “enflasyon düşüyor” lafını edene olur, bilmiş olun.
Enflasyon rakamını tespit edenler; istedikleri gibi sonuç çıkartmanın yolunu bulmuşlar… “Enflasyon sepeti” diye bir kutu icat etmişler. İçine istediklerini atıp, istediklerini çıkartıyorlar.
Mesela bu ay enflasyon çok mu düşük çıksın istiyorlar. Sepetten, fiyatı artan maddeleri çıkartıyorlar; yerine modası geçmiş, hiç kullanılmayan, fiyatının artma ihtimali olmayan maddeleri koyuyorlar. Örneğin, siyah-beyaz televizyon, örneğin at nalı, örneğin gaz lambası… Bazen bakıyorlar ki millete ayıp oluyor; azcık yükseltelim diyorlar. Sepetin içinden, fiyatı artmayan kireç taşını, dinamiti çıkartıyorlar, yerine eh işte ihtiyaç sayılan, at heybesini, eşek semerini koyuyorlar; enflasyonu yüzde 8’den 8.5’e çıkartıyorlar.
Biz de geri zekalıyız ya, yutuyoruz.
Ekmek geçen yıl bu zamanlar ne kadardı? 25 kuruş. Yani 250 bin lira.
Şimdi ne kadar? 40 kuruş. Yani 400 bin lira.
Artış ne kadar? Yüzde 60.
Son 1 yılda kuru fasulyenin fiyatı yüzde 160 arttı.
Pirinç fiyatı yüzde 200 yükseldi.
1 yılda zeytin yağı, yüzde 133; peynir yüzde 50; şeker yüzde 40; un yüzde 70; çay yüzde 45, mercimek yüzde 70 zam gördü… Pirinçteki astronomik artış sonucu yetkililerin “bulgur yeyin” çağrısından sonra geçtiğimiz hafta da bulgurun fiyatı yüzde 80-90 arttı.
Temel ihtiyaç maddelerindeki ortalama artış, yüzde 50’nin üzerinde.
Bakın ciddi sivil enflasyon araştırmacıları, geçtiğimiz mart ayındaki artış oranlarını nasıl açıkladılar.
Yaş sebze ve meyvede yüzde 279, kurutulmuş ürünlerde yüzde 170, baklagillerde yüzde 246 ve hayvansal ürünlerde de yüzde 176…
Yine mart ayında kuru fasulye yüzde 30, kırmızı mercimek yüzde 19, et yüzde 12 arttı.
Peki devletin mart ayı enflasyon açıklaması ne? Yüzde 9.
İnsaf.
Yarın veya en geç pazartesi günü nisan ayı enflasyon rakamları açıklanacak. Göreceksiniz yine gülünç rakamlarla kandıracaklar bizi.
Sıkılmadan, utanmadan; “enflasyon sepeti”nin içindeki maddeleri çıkartıp, bir başkasını koyarak; nasıl oluyor da hâlâ “enflasyon yüzde 9-10” diyebiliyorlar anlayamıyorum.
Aslında anlıyorum da, bu denli aptal yerine konmak ağrıma gidiyor, onuruma dokunuyor.
Onun için, her an elimden bir kaza çıkabilir diyorum işte.
Aslında çıkabilir değil, kesin çıkar.
Ama maktul kim olur bilmem.
Herkes benimle enflasyon konuşurken, rakam telaffuz ederken, ayağını denk alsın.
Cinayet böyle şeylerden çıkar.
Allah korusun, benim cinayetle filan işim olmaz da; en azından okkalı bir küfür ederim haberiniz olsun.
Böyle durumlarda küfürün günah olduğunu hiç zannetmiyorum.
MEHMET ATILGAN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)