-Ne kadar duyarsız olduk?-
Haftanın en güzel günü cumartesi
Tam da bahar havası
Kucaklaşmak gerek börtü böcekle
Ama gelin görün ki
Pislik götürüyor mekanımı
Duyarlılığımı mı yitirdim ne
İnsanlığımı mı unuttum yoksa
Ne zamandır dokunmadım toza, kire...
Bugün, haftanın en güzel günü
Benim boğuşmam gerek kirlerle
Kir bazen siyah, bazen beyaz...
Topyekün savaşacağım tüm kirliliklerle bugün...
22 Mart 2008 Cumartesi
GÜN, BÜYÜTÜR ACILARI
Yüreksel –ı-sı(ğı)nmanın donuk zirvesinde teslimiz
Duyguları gemleyen onurumuza;
Özgürlüğe kucak açan anların her keresinde biz
Köle zincirlerini astık boynumuza.
Yalnızlığı sardık koynumuza…
Yılgın değildi göz bebeklerimiz
Kör inat süvarisine teslim olan dillerimiz
Yürekteki dil -k-irini süpürsün artık ellerimiz.
Hâlâ aynı sancıyla kanayan
Özlemlerimiz yarıştı an be an
Vuslata izin vermedi hain zaman
Kaç (z)aman geçti bilinmez ki
Bitmeyen arzuların dingisi mahşere belki
Çığlıktır bu mahzun serçenin sessizliğindeki…
Mavilere boğulduk, gurur selinde
Lav yüklü anlamsız inat; ahirinde, ezelinde
Zaman her şeyin ilacı derler
Dinler mi hiç alamaç yürekler
Ten çatlar, çare-siz- nehirler
Gün, büyütür acıları
Volkan olur yürek sızıları.
MEHMET ATILGAN
Duyguları gemleyen onurumuza;
Özgürlüğe kucak açan anların her keresinde biz
Köle zincirlerini astık boynumuza.
Yalnızlığı sardık koynumuza…
Yılgın değildi göz bebeklerimiz
Kör inat süvarisine teslim olan dillerimiz
Yürekteki dil -k-irini süpürsün artık ellerimiz.
Hâlâ aynı sancıyla kanayan
Özlemlerimiz yarıştı an be an
Vuslata izin vermedi hain zaman
Kaç (z)aman geçti bilinmez ki
Bitmeyen arzuların dingisi mahşere belki
Çığlıktır bu mahzun serçenin sessizliğindeki…
Mavilere boğulduk, gurur selinde
Lav yüklü anlamsız inat; ahirinde, ezelinde
Zaman her şeyin ilacı derler
Dinler mi hiç alamaç yürekler
Ten çatlar, çare-siz- nehirler
Gün, büyütür acıları
Volkan olur yürek sızıları.
MEHMET ATILGAN
20 Mart 2008 Perşembe
Şimdi nolacak?
Kaç gündür ülkenin gündemi teke indi.
Ne dövizin fırlaması, ne borsanın çökmesi, ne de temel ihtiyaç maddelerine yapılan astronomik zamlar…
Hatta ne da türban.
Tek gündem; AKP’nin kapatılması davası.
Hayat bu.
Partiler kurulur, kapatılır. Yenisi kurulur.
İlk defa olmuyor. Tam 24 parti kapatılmış bugüne kadar.
Kapatılan partilerin içinde Adalet Partisi de var, Cumhuriyet Halk Partisi de, Milliyetçi Hareket Partisi de…
Sonra Mili Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi…
HEP; DEP; HADEP; DEHAP…
Hepsinin yerine aynı çizgide ya da yakın biçimde yenileri kuruldu.
Parti partidir. Yüzde 1 oyu da olsa, yüzde 47 de olsa; belli bir temsil gücü var.
Ama mevcut bir de Anayasa var. Onun partilerle ilgili hükümleri var.
Velhasıl partiler kurulur, kapanır, açılır…
Sonrasına bakmak lazım.
AKP’nin kapatılma davası ne kadar sürer; ne kadar sürede sonuçlanır bilen yok.
Çünkü HAKPAR adlı partinin kapatılma davası tam 6 yıl sürmüş.
Bir çok dava da 6 ayda sonuçlanmış.
Yani AKP davası da 6 ayda bitebilir, 6 yıl da sürebilir.
Beyin jimnastiği yapalım. Dava, kapatmayla sonuçlanırsa ne olur?
Hiç kuşkusuz yerine yenisi kurulur.
Benzer yönde bir parti kurulduğunda; aralarında Tayip Erdoğan, Bülent Arınç gibi isimlerin de olduğu 71 kişi, yasaklı duruma düşeceğinden yeni parti içinde yer alamayacak.
Durum böyle olunca da yeni kurulacak partinin liderliğini üstlenecek tartışmasız bir tek isim var.
Partinin adı ne olur derseniz; bence HAK Parti olur.
Fazilet Partisi hakkında kapatılma davası açıldığında; yerine kurulabilecek partinin adının Saadet Partisi olabileceğini aylar önceden bilen bir kişi olarak, AK Parti’nin yerine kurulacak partinin adının da HAK Parti olacağından adım gibi eminim: Hürriyetçi Adalet ve Kalkınma Partisi, HAK Parti… Küçük bir ihtimal PAK Parti (Temiz parti) de olabilir.
Parti liderliği için tartışmasız bir tek isim olabileceğini belirtmiştim.
Evet, ılımlı ve güvenilir kişiliğinin yanı sıra, tavır ve duruşuyla kamuoyunda büyük bir sempatisi olan Abdullatif Şener.
Şener, sadece AKP tabanının değil, diğer sağ partilerin de taraftarlarının desteğini alır.
Her ne kadar doğmamış çocuğa don biçer gibi oluyorsa da; Türkiye’de yeni bir siyasal şekillenme kaçınılmaz gibi… Bu yeni şekillenme sadece AKP için değil, CHP; DP ve ANAP için de geçerli. Bu partiler de ciddi biçimde yeni bir yapılanmaya gidecektir bu gidişle.
Belki mart 2009’da yapılacak yerel seçimlere mevcut partilerin mevcut yönetim ve kadrolarıyla gidilebilir ama; öne alınmazsa 2012’de yapılacak genel seçimlerde bu partilerin hiçbir kadrosunun iş başında olmayacağı kesin.
MEHMET ATILGAN
Ne dövizin fırlaması, ne borsanın çökmesi, ne de temel ihtiyaç maddelerine yapılan astronomik zamlar…
Hatta ne da türban.
Tek gündem; AKP’nin kapatılması davası.
Hayat bu.
Partiler kurulur, kapatılır. Yenisi kurulur.
İlk defa olmuyor. Tam 24 parti kapatılmış bugüne kadar.
Kapatılan partilerin içinde Adalet Partisi de var, Cumhuriyet Halk Partisi de, Milliyetçi Hareket Partisi de…
Sonra Mili Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi…
HEP; DEP; HADEP; DEHAP…
Hepsinin yerine aynı çizgide ya da yakın biçimde yenileri kuruldu.
Parti partidir. Yüzde 1 oyu da olsa, yüzde 47 de olsa; belli bir temsil gücü var.
Ama mevcut bir de Anayasa var. Onun partilerle ilgili hükümleri var.
Velhasıl partiler kurulur, kapanır, açılır…
Sonrasına bakmak lazım.
AKP’nin kapatılma davası ne kadar sürer; ne kadar sürede sonuçlanır bilen yok.
Çünkü HAKPAR adlı partinin kapatılma davası tam 6 yıl sürmüş.
Bir çok dava da 6 ayda sonuçlanmış.
Yani AKP davası da 6 ayda bitebilir, 6 yıl da sürebilir.
Beyin jimnastiği yapalım. Dava, kapatmayla sonuçlanırsa ne olur?
Hiç kuşkusuz yerine yenisi kurulur.
Benzer yönde bir parti kurulduğunda; aralarında Tayip Erdoğan, Bülent Arınç gibi isimlerin de olduğu 71 kişi, yasaklı duruma düşeceğinden yeni parti içinde yer alamayacak.
Durum böyle olunca da yeni kurulacak partinin liderliğini üstlenecek tartışmasız bir tek isim var.
Partinin adı ne olur derseniz; bence HAK Parti olur.
Fazilet Partisi hakkında kapatılma davası açıldığında; yerine kurulabilecek partinin adının Saadet Partisi olabileceğini aylar önceden bilen bir kişi olarak, AK Parti’nin yerine kurulacak partinin adının da HAK Parti olacağından adım gibi eminim: Hürriyetçi Adalet ve Kalkınma Partisi, HAK Parti… Küçük bir ihtimal PAK Parti (Temiz parti) de olabilir.
Parti liderliği için tartışmasız bir tek isim olabileceğini belirtmiştim.
Evet, ılımlı ve güvenilir kişiliğinin yanı sıra, tavır ve duruşuyla kamuoyunda büyük bir sempatisi olan Abdullatif Şener.
Şener, sadece AKP tabanının değil, diğer sağ partilerin de taraftarlarının desteğini alır.
Her ne kadar doğmamış çocuğa don biçer gibi oluyorsa da; Türkiye’de yeni bir siyasal şekillenme kaçınılmaz gibi… Bu yeni şekillenme sadece AKP için değil, CHP; DP ve ANAP için de geçerli. Bu partiler de ciddi biçimde yeni bir yapılanmaya gidecektir bu gidişle.
Belki mart 2009’da yapılacak yerel seçimlere mevcut partilerin mevcut yönetim ve kadrolarıyla gidilebilir ama; öne alınmazsa 2012’de yapılacak genel seçimlerde bu partilerin hiçbir kadrosunun iş başında olmayacağı kesin.
MEHMET ATILGAN
17 Mart 2008 Pazartesi
Kapatma davasının zamanlaması
Başbakan; "16 milyon 500 bin oy almış bir partiye kapatma davası açılabilir mi? Böyle demokrasi olabilir mi?" diyor...
Yani 1 milyon ya da 100 bin oy alan bir parti kapatılırsa demokrasi olacak; 16 milyon 500 bin oy alan bir parti kapatılırsa demokrasi olmayacak... Bu nasıl bir demokrasi anlayışı...
Bir defa bu anlayış, demokrasiyle hiç bağdaşmayan; bencil ve çıkarcı bir yaklaşım.
Fakat, bence, bu kapatma davasının en önemli yanı; zamanlama…
Tam da sosyal güvenlik yasa tasarısına tüm ülkede toplumsal muhalefetin çığ gibi büyüdüğü, kitle eylemlerinin büyük sesler getirdiği bir dönemde iktidar partisi hakkında kapatma davası açılması çok ilginç… Bu dava; AKP’yi yıpratmak bir yana; hayat öpücüğü verir, böylesine bir tepki karşısında mağdur duruma düşürür ve kitlelerin öfkelerini yatıştırır.
Fakat yine de iddianamenin özüne baktığımızda; şapkamızı önümüze koyup derin derin düşünmemiz cümleler var.
AK Parti'ye kapatma davası iddianamesinde, ''Siyasal İslam'ın düsturu şeriattır. Parti içi soruşturmalar göstermelik. AK Parti, Fazilet (FP) ve Refah (RP) partileriyle bağını kopartmadı'' ifadeleri yer alıyor.
162 sayfalık iddianamede şu önemli tespitler yer alıyor:
- AKP referansını dinden alan model öngörüyor
- Devlet kadroları siyasal İslamcı yapıya büründü
- Anayasa'nın laiklik ilkeleri ortadan kaldırılmaya çalışıldı
162 sayfalık iddianamede, 11 belediye başkanı hakkında da siyaset yasağı isteniyor.
Bu belediye başkanları arasında Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman, Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç, Beyoğlu Belediye Başkanı Misbah Demircan, Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu ve Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz'ın adı geçiyor.
İddianamede ayrıca AK Parti'deki disiplin soruşturmaları göstermelik olduğu ifade ediliyor ve "Soruşturmalar partiyi sorumluluktan kurtarmaz. AK Parti'nin yenilikçiyiz söylemi gerçek değil, RP ve FP ile bağını koparmadı" deniliyor.
AK Parti'ye kapatma davası iddianamesinde, "YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın da belirlenmiş bir düşünce yönünde çalıştığı" belirtiliyor.
İddianamede, "Davalı parti, laiklik karşıtı eylem ve söylemleriyle yasalara ve Anayasa'ya aykırı olarak tüzük ve programının ötesine geçmiştir" ifadesine de yer veriliyor.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın iddianamesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın açıklamaları da yer aldı: "Bırakalım kitabını, Kuran'ı öğrensin. Bu durumdan niye rahatsız olalım. Bırakalım rahat rahat öğrensin. Tommiks-Teksas okumaya hiç kimse mani olmuyor ama kendi kitabını öğrenmesine niye mani oluyoruz."
Unutulmamalı ki; tüm modern devletler; kendilerine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı önlem alırlar... Bu önlemler, 10 bin oy alan bir partiye karşı da olur, yüzde 47 oy alan bir partiye de… Ya da parti olmayan yasadışı örgütlenmelere de…
1961’den bugüne kadar 24 parti kapatıldı. Kapatılan partilerin yöneticileri, taraftarları isyan ederken; başkalarının hiç gıkı çıkmadı.
AKP, 6 yıldır iktidarda. Yasaları, hatta anayasayı değiştirecek güce sahip, Neden gerçek bir demokrat tavırla partilerin kapatılmasını engelleyecek, sadece ilgili kişilerin cezalandırılmasını sağlayacak bir düzenleme yapmadı da; okun ucun kendisine yönelince feryat ediyor…
Mevcut anayasa hükmü, AKP’nin çoğu zaman pervasızca, kimi zaman keyfice uygulamalarına, icraatlarına, sisteme yönelik tehlikeli politikalarına karşı, kapatma davası açmayı gerektirir. Eğer bunun demokratik bir uygulama olmadığına inanılıyorsa, önce bu hüküm değiştirilmeli ve sadece AKP’ye karşı değil, tüm siyasi partilere karşı kapatma davası açmanın yolu kapatılmalıdır.
Ama tekrarlamak istiyorum ki, bu kapatma davasının zamanlamasına herkesin yeniden bir kafa yorması ve geleceğe yönelik endişeli senaryoları iyi hesaplaması gerekir.
MEHMET ATILGAN
Yani 1 milyon ya da 100 bin oy alan bir parti kapatılırsa demokrasi olacak; 16 milyon 500 bin oy alan bir parti kapatılırsa demokrasi olmayacak... Bu nasıl bir demokrasi anlayışı...
Bir defa bu anlayış, demokrasiyle hiç bağdaşmayan; bencil ve çıkarcı bir yaklaşım.
Fakat, bence, bu kapatma davasının en önemli yanı; zamanlama…
Tam da sosyal güvenlik yasa tasarısına tüm ülkede toplumsal muhalefetin çığ gibi büyüdüğü, kitle eylemlerinin büyük sesler getirdiği bir dönemde iktidar partisi hakkında kapatma davası açılması çok ilginç… Bu dava; AKP’yi yıpratmak bir yana; hayat öpücüğü verir, böylesine bir tepki karşısında mağdur duruma düşürür ve kitlelerin öfkelerini yatıştırır.
Fakat yine de iddianamenin özüne baktığımızda; şapkamızı önümüze koyup derin derin düşünmemiz cümleler var.
AK Parti'ye kapatma davası iddianamesinde, ''Siyasal İslam'ın düsturu şeriattır. Parti içi soruşturmalar göstermelik. AK Parti, Fazilet (FP) ve Refah (RP) partileriyle bağını kopartmadı'' ifadeleri yer alıyor.
162 sayfalık iddianamede şu önemli tespitler yer alıyor:
- AKP referansını dinden alan model öngörüyor
- Devlet kadroları siyasal İslamcı yapıya büründü
- Anayasa'nın laiklik ilkeleri ortadan kaldırılmaya çalışıldı
162 sayfalık iddianamede, 11 belediye başkanı hakkında da siyaset yasağı isteniyor.
Bu belediye başkanları arasında Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman, Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç, Beyoğlu Belediye Başkanı Misbah Demircan, Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu ve Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz'ın adı geçiyor.
İddianamede ayrıca AK Parti'deki disiplin soruşturmaları göstermelik olduğu ifade ediliyor ve "Soruşturmalar partiyi sorumluluktan kurtarmaz. AK Parti'nin yenilikçiyiz söylemi gerçek değil, RP ve FP ile bağını koparmadı" deniliyor.
AK Parti'ye kapatma davası iddianamesinde, "YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın da belirlenmiş bir düşünce yönünde çalıştığı" belirtiliyor.
İddianamede, "Davalı parti, laiklik karşıtı eylem ve söylemleriyle yasalara ve Anayasa'ya aykırı olarak tüzük ve programının ötesine geçmiştir" ifadesine de yer veriliyor.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın iddianamesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın açıklamaları da yer aldı: "Bırakalım kitabını, Kuran'ı öğrensin. Bu durumdan niye rahatsız olalım. Bırakalım rahat rahat öğrensin. Tommiks-Teksas okumaya hiç kimse mani olmuyor ama kendi kitabını öğrenmesine niye mani oluyoruz."
Unutulmamalı ki; tüm modern devletler; kendilerine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı önlem alırlar... Bu önlemler, 10 bin oy alan bir partiye karşı da olur, yüzde 47 oy alan bir partiye de… Ya da parti olmayan yasadışı örgütlenmelere de…
1961’den bugüne kadar 24 parti kapatıldı. Kapatılan partilerin yöneticileri, taraftarları isyan ederken; başkalarının hiç gıkı çıkmadı.
AKP, 6 yıldır iktidarda. Yasaları, hatta anayasayı değiştirecek güce sahip, Neden gerçek bir demokrat tavırla partilerin kapatılmasını engelleyecek, sadece ilgili kişilerin cezalandırılmasını sağlayacak bir düzenleme yapmadı da; okun ucun kendisine yönelince feryat ediyor…
Mevcut anayasa hükmü, AKP’nin çoğu zaman pervasızca, kimi zaman keyfice uygulamalarına, icraatlarına, sisteme yönelik tehlikeli politikalarına karşı, kapatma davası açmayı gerektirir. Eğer bunun demokratik bir uygulama olmadığına inanılıyorsa, önce bu hüküm değiştirilmeli ve sadece AKP’ye karşı değil, tüm siyasi partilere karşı kapatma davası açmanın yolu kapatılmalıdır.
Ama tekrarlamak istiyorum ki, bu kapatma davasının zamanlamasına herkesin yeniden bir kafa yorması ve geleceğe yönelik endişeli senaryoları iyi hesaplaması gerekir.
MEHMET ATILGAN
11 Mart 2008 Salı
NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!..
Umursamazlıklar, duyarsızlıklar nedeniyle Türkçe’nin günden güne yozlaştığını; hatta yok olmaya yüz tuttuğunu defalarca dile getirdik. Özellikle internet dili ve yabancı dil özentisi sonucu dilimizin katledildiğine defalarca dikkat çektik.
İşyeri adlarının inanılmaz biçimde anlaşılmaz yabancı sözcüklerden oluşmasının, yeni yetişen nesli olumsuz etkilediğinden dem vurduk.
Gençlerin yabancı marka merakının çığ gibi büyümesinden ötürü milyarlarca Doların dış ülkelere aktığını, aşırı ve gereksiz ithalat nedeniyle ülke ekonomisinin her geçen gün daha da kötüye gittiğini anlatmaya çalıştık.
Bizim bu çabalarımızın çık da etkili olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü yabancı hayranlığı, yabancı marka düşkünlüğü çığ gibi büyüyüp gidiyor. Fransızların “Benim iki vatanım var. Birisi yaşadığım topraklar; ikincisi konuştuğum ana dilim” sözlerinin önemini bir türlü kavrayamıyoruz.
Bir dostum, bu konudaki duyarlılığı güzel bir biçimde ortaya koyan ve biraz da mizahi bir yaklaşımla kaleme alınan bir yazı göndermiş sağolsun.
Ne kadar vahim bir durumda olduğumuza, bir kez daha dikkat çekmek için bu yazıyı aynen aktarıyorum:
“Osman Bey, sabah saat 7.00'de Casio masa saatinin alarmıyla gözlerini açtı.
Puffy yorganını kaldırdı.
Hugo Boss pijamalarını çıkarıp Adidas terliklerini giydi.
WC 'ye uğradıktan sonra banyoya geçti.
Clear şampuan ve Protex sabunuyla duşunu aldı.
Colgate ile dişlerini fırçaladı.
Rowenta ile saçlarını kuruttu.
Bill's gömleğini ve Pierre Cardin takımını giydi.
Lipton çayını içti.
Sony televizyonda medya özetlerini ve flash haberleri izledi.
Citizen kol saatine baktı. Aile fertlerine 'çav' deyip Hyundai otomobiline bindi.
Blaupunkt radyosunu açarak, rock müziği buldu. Ağzına bir Polo şeker attı.
Şehrin göbeğindeki Mega Center 'daki ofisine varınca, Fujitsu-Siemens bilgisayarını çalıştırdı. Microsoft Excel'e girdi.
Ofisboy 'dan Nescafe 'sini istedi. Saat 10.00'a doğru açlığını bastırmak için Grissini yedi.
Öğlen Wimpy's Fast Food kafeteryaya gitti. Ayaküstü, Coca Cola ve hamburgeri mideye indirdi.
Camel sigarasını yakıp Star gazetesini karıştırdı. Akşam üzeri iş çıkışı Image Bar' a uğrayıp JB' sini yudumladı, sonra köşedeki Shopping Center 'a uğradı. Eşinin sipariş ettiği Persil Supra deterjan, Ace çamaşır suyu, Palmolive şampuan, Gala tuvalet kağıdı, Sprite gazoz ve Johnson kolonyayı alarak kasaya yanaştı.
Bonus kartıyla ödemeyi yaptı. Hafta sonu eşi Münevver'le Galleria 'ya giden Osman Bey, Showroom 'ları dolaşıp Kinetix ayakkabı, Lee Cooper blue jean satın aldı.
Akşam evde bir gazetenin verdiği TV Guide 'a göz atan Osman Bey, kanallar arasında zapping yaparak, First Class , Top Secret , Paparazzi gibi programlar izledi. Aynı anda Outdoor dergisini karıştırdı.
Saat 22.00'ye doğru TRT'de Türk dili üzerine bir panel başladı. Uykusu gelen Osman Bey, televizyonu kapatıp yatak odasına geçerken, kendisini mutlu hissetti. 'Ne mutlu Türk'üm diyene!' diye gerindi ve uyudu.
Hâlâ da uyuyor.
Ne zaman uyanacağı da belli değil.”
İşyeri adlarının inanılmaz biçimde anlaşılmaz yabancı sözcüklerden oluşmasının, yeni yetişen nesli olumsuz etkilediğinden dem vurduk.
Gençlerin yabancı marka merakının çığ gibi büyümesinden ötürü milyarlarca Doların dış ülkelere aktığını, aşırı ve gereksiz ithalat nedeniyle ülke ekonomisinin her geçen gün daha da kötüye gittiğini anlatmaya çalıştık.
Bizim bu çabalarımızın çık da etkili olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü yabancı hayranlığı, yabancı marka düşkünlüğü çığ gibi büyüyüp gidiyor. Fransızların “Benim iki vatanım var. Birisi yaşadığım topraklar; ikincisi konuştuğum ana dilim” sözlerinin önemini bir türlü kavrayamıyoruz.
Bir dostum, bu konudaki duyarlılığı güzel bir biçimde ortaya koyan ve biraz da mizahi bir yaklaşımla kaleme alınan bir yazı göndermiş sağolsun.
Ne kadar vahim bir durumda olduğumuza, bir kez daha dikkat çekmek için bu yazıyı aynen aktarıyorum:
“Osman Bey, sabah saat 7.00'de Casio masa saatinin alarmıyla gözlerini açtı.
Puffy yorganını kaldırdı.
Hugo Boss pijamalarını çıkarıp Adidas terliklerini giydi.
WC 'ye uğradıktan sonra banyoya geçti.
Clear şampuan ve Protex sabunuyla duşunu aldı.
Colgate ile dişlerini fırçaladı.
Rowenta ile saçlarını kuruttu.
Bill's gömleğini ve Pierre Cardin takımını giydi.
Lipton çayını içti.
Sony televizyonda medya özetlerini ve flash haberleri izledi.
Citizen kol saatine baktı. Aile fertlerine 'çav' deyip Hyundai otomobiline bindi.
Blaupunkt radyosunu açarak, rock müziği buldu. Ağzına bir Polo şeker attı.
Şehrin göbeğindeki Mega Center 'daki ofisine varınca, Fujitsu-Siemens bilgisayarını çalıştırdı. Microsoft Excel'e girdi.
Ofisboy 'dan Nescafe 'sini istedi. Saat 10.00'a doğru açlığını bastırmak için Grissini yedi.
Öğlen Wimpy's Fast Food kafeteryaya gitti. Ayaküstü, Coca Cola ve hamburgeri mideye indirdi.
Camel sigarasını yakıp Star gazetesini karıştırdı. Akşam üzeri iş çıkışı Image Bar' a uğrayıp JB' sini yudumladı, sonra köşedeki Shopping Center 'a uğradı. Eşinin sipariş ettiği Persil Supra deterjan, Ace çamaşır suyu, Palmolive şampuan, Gala tuvalet kağıdı, Sprite gazoz ve Johnson kolonyayı alarak kasaya yanaştı.
Bonus kartıyla ödemeyi yaptı. Hafta sonu eşi Münevver'le Galleria 'ya giden Osman Bey, Showroom 'ları dolaşıp Kinetix ayakkabı, Lee Cooper blue jean satın aldı.
Akşam evde bir gazetenin verdiği TV Guide 'a göz atan Osman Bey, kanallar arasında zapping yaparak, First Class , Top Secret , Paparazzi gibi programlar izledi. Aynı anda Outdoor dergisini karıştırdı.
Saat 22.00'ye doğru TRT'de Türk dili üzerine bir panel başladı. Uykusu gelen Osman Bey, televizyonu kapatıp yatak odasına geçerken, kendisini mutlu hissetti. 'Ne mutlu Türk'üm diyene!' diye gerindi ve uyudu.
Hâlâ da uyuyor.
Ne zaman uyanacağı da belli değil.”
7 Mart 2008 Cuma
Kadınlara her gün fedâ olsun...
Yüzlerce özel gün, hafta, festival, kurtuluş günü, şenlik var da; şu hediye gerektiren günler iyice bıktırdı.
Birisini kutlayıp daha soluklanmadan öteki geliyor.
Zaten her ailede yeterince doğum günü, evlilik yıldönümü var. Bir de Sevgililer Günü, Kadınlar Günü, Anneler Günü, Babalar günü kutlamanın ne âlemi var. Zaten Kadınlar Günü’yle Anneler Günü’nün ne farkı var da, 2 ay arayla hediye avcılığı yapılıyor bir türlü anlayamam. Sanki erkeklerden de anne olurmuş gibi, Kadınlar Günü’ndeki hediye borcunu ödemeden bir de Anneler günü hediyesi derdi çıkıyor. Bir de Sevgililer Günü’nü hesap edersen, 3 ayda 3 hediye.
Bir de kadınların ezildiğinden, horlandığından dem vurulup, feminist akımlarca kıyametler koparılır. Hiç aslı yok kadınların mağduriyetinin. Esas mağdur, erkekler. Kadınların yüzde 70’inin ev kadını olduğunu, yani ev dışında başka bir işte çalışmadığını düşünürseniz, bir ailede erkek de hediye alsa, kadın da alsa, çocuklar da alsa, parası erkekten çıkıyor.
Tüm günler kadınlara adanmış. Ayıp olmasın diye bir de Babalar günü uydurmuşlar ya, ne zaman Babalar Günü olduğunu bilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadardır ancak.
Laf açılınca Türkiye’nin çoğunluğunun ataerkil aile olduğu söylenir, evde erkeklerin sözünün geçtiğinden yakınılır. Külliyen yalan. Gerçi, eşin, dostun yanında mangalda kül bırakmaz, erkekliğe toz kondurmayız. Hatta hanımlara atfen “Ağzını kulaklarına kadar yırtarım; bir ekmeği bir lokmada yer”, “Elim de çok ağır, bir elim kalkarsa 15 gün rapor aldırırım” gibi laflar ederiz. Bunların gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok. Gerçek şöyle:
Hanımım ne söylerse, çıkmam onun sözünden
Ne arzu ettiğini, keşfederim gözünden
Saygı gösterip ona, sabah erken kalkarım
Ortalığı süpürüp, sobamızı yakarım
Çayımızı hazırlar, soframızı kurarım
Bu arada uyanır, sultanlar gibi hanım
İbriği tası alır, eline su dökerim
Hizmetimi beğenir, takdir eder şekerim
Evi badana eder, duvarları sıvarım
Elimden her iş gelir, tahtaları ovarım
Sinirliyim, titizim. Terstir biraz damarım
Yırtık sökük gördüm mü, hemen alır yamarım
Sporu çok severim, salıncağı sallarım
Çocuk doğdu doğalı, idmanlıdır kollarım
Biraz müşkül pesendim, her yemeği yiyemem
Gururluyum hanıma, şunu pişir diyemem
Ev işine karışmam, herkes gibi aşırı
Haftada bir yıkarım, biriken çamaşırı
Kimseye boyun eğmem, temizlerim ocağı
Misafir günümüz de, toplarım dört bucağı
Hanıma fincan cezve, getirttim Kahire’den
Kahve pişirmem için, çağırır daireden
Dalar karıştırırsam, şekerliyle sadeyi
Oklavanın altında, veririm ifadeyi...
Durumlar böyle böyleyken, daha da sanki eksik bir yanımız varmış gibi 3 ayda 3 özel günde hediyeler alır, gönül almaya çalışırız. Ne bu erkeklerin çektiği be!..
Yukarıda söylediklerimin hepsi latife, hepsi espri… Kadınlara ne kadar gün adasak azdır. (Bu gerçek valla)
Bir çocuğun annesi şöyledir (Kim yazmış bilmiyorum):
Dünyada karşılık beklemeden börek yapan tek insandır...
Karşılıksız sevginin ete kemiğe bürünmüş hâlidir...
Ne kadar üzsen de, 10 dakika sonra seni affeden zarif bir memeli türüdür...
Elleri yağlı bile olsa, saçını okşayan, kucağına yatıran, öpüp koklayan tek varlıktır; meleğin, sütlü olanıdır...
Yarasın diye, muhallebinin içine ciğer katarak çocuğuna yediren bir varlıktır...
Yemek yemeyen çocuğun dikkatini çekmek için elindeki tencere ve tavalarla maymunluk yapan kişidir...
Kafayı, çocuklarıyla bozmuş; göbek bağı kopsa da, yürek bağı asla kopmayan, sevgi dolu fedakâr bir insandır..
Bulaşık, ütü ve başkaca işler yaparken bile çene çalan kendi kendine konuşan; 'Anne, ne dedin?' dediğinizde, 'Sen kendi işine bak; bir de seninle uğraşmayayım' türünden yanıtlar verendir,
Yemek uzmanı, düzen insanı, bilgili, kültürlüdür; her şeyi bilen bir şahsiyettir,
Yavrularını, yol tarafından değil, kaldırım tarafından yürütendir...
Dizi dizi incidir; lâkin, gerektiğinde lâf sokma dalında da birincidir...
Sevgiliden ayrılma haberi verildiğinde, "Amaaan, ben sana daha akıllısını, güzelini/yakışıklısını bulurum" diyebilen komik bir karakterdir...
Dünyanın en güzel kucağına sahip; en güzel kokan, harikulade bir varlıktır...
Olmadık yerlerde "İyi ki doğurmuşum seni!" diyen, evlâtlarını asla ayırmayan, aynı zamanda birbirinden koruyan güç abidesidir...
Evde bir yere uzandığınız an, orada temizlik yapacağı tutandır...
Mutfakta yaşayan; evde, herkesi idare eden bir tür canlı türüdür...
Oğlunun, damat; kızının gelin olduğunu görünce; çocuğu, okuldan mezun olunca; gol atınca, hasta olunca; çocuğu askere gidince, 'Asmalı Konak' seyredince, dolar yükselince; velhasıl; olduk-olmadık yerde ağlaya(bile)n; bu mesajı okurken duygulanıp, gözleri dolabilen bir duygu çeşmesidir...
Uzakta dursa da, yakın hissedilen; hep istenen, asla vazgeçil(e)meyen, dizinin dibinde olmak istenen; evlâtların varlığını, varlığına armağan edendir...
Velhasıl…
3-5 değil, 365 özel gün feda olsun; eli öpülesi kadınlara.
Tüm kadınların günü kutlu olsun.
MEHMET ATILGAN
Birisini kutlayıp daha soluklanmadan öteki geliyor.
Zaten her ailede yeterince doğum günü, evlilik yıldönümü var. Bir de Sevgililer Günü, Kadınlar Günü, Anneler Günü, Babalar günü kutlamanın ne âlemi var. Zaten Kadınlar Günü’yle Anneler Günü’nün ne farkı var da, 2 ay arayla hediye avcılığı yapılıyor bir türlü anlayamam. Sanki erkeklerden de anne olurmuş gibi, Kadınlar Günü’ndeki hediye borcunu ödemeden bir de Anneler günü hediyesi derdi çıkıyor. Bir de Sevgililer Günü’nü hesap edersen, 3 ayda 3 hediye.
Bir de kadınların ezildiğinden, horlandığından dem vurulup, feminist akımlarca kıyametler koparılır. Hiç aslı yok kadınların mağduriyetinin. Esas mağdur, erkekler. Kadınların yüzde 70’inin ev kadını olduğunu, yani ev dışında başka bir işte çalışmadığını düşünürseniz, bir ailede erkek de hediye alsa, kadın da alsa, çocuklar da alsa, parası erkekten çıkıyor.
Tüm günler kadınlara adanmış. Ayıp olmasın diye bir de Babalar günü uydurmuşlar ya, ne zaman Babalar Günü olduğunu bilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadardır ancak.
Laf açılınca Türkiye’nin çoğunluğunun ataerkil aile olduğu söylenir, evde erkeklerin sözünün geçtiğinden yakınılır. Külliyen yalan. Gerçi, eşin, dostun yanında mangalda kül bırakmaz, erkekliğe toz kondurmayız. Hatta hanımlara atfen “Ağzını kulaklarına kadar yırtarım; bir ekmeği bir lokmada yer”, “Elim de çok ağır, bir elim kalkarsa 15 gün rapor aldırırım” gibi laflar ederiz. Bunların gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok. Gerçek şöyle:
Hanımım ne söylerse, çıkmam onun sözünden
Ne arzu ettiğini, keşfederim gözünden
Saygı gösterip ona, sabah erken kalkarım
Ortalığı süpürüp, sobamızı yakarım
Çayımızı hazırlar, soframızı kurarım
Bu arada uyanır, sultanlar gibi hanım
İbriği tası alır, eline su dökerim
Hizmetimi beğenir, takdir eder şekerim
Evi badana eder, duvarları sıvarım
Elimden her iş gelir, tahtaları ovarım
Sinirliyim, titizim. Terstir biraz damarım
Yırtık sökük gördüm mü, hemen alır yamarım
Sporu çok severim, salıncağı sallarım
Çocuk doğdu doğalı, idmanlıdır kollarım
Biraz müşkül pesendim, her yemeği yiyemem
Gururluyum hanıma, şunu pişir diyemem
Ev işine karışmam, herkes gibi aşırı
Haftada bir yıkarım, biriken çamaşırı
Kimseye boyun eğmem, temizlerim ocağı
Misafir günümüz de, toplarım dört bucağı
Hanıma fincan cezve, getirttim Kahire’den
Kahve pişirmem için, çağırır daireden
Dalar karıştırırsam, şekerliyle sadeyi
Oklavanın altında, veririm ifadeyi...
Durumlar böyle böyleyken, daha da sanki eksik bir yanımız varmış gibi 3 ayda 3 özel günde hediyeler alır, gönül almaya çalışırız. Ne bu erkeklerin çektiği be!..
Yukarıda söylediklerimin hepsi latife, hepsi espri… Kadınlara ne kadar gün adasak azdır. (Bu gerçek valla)
Bir çocuğun annesi şöyledir (Kim yazmış bilmiyorum):
Dünyada karşılık beklemeden börek yapan tek insandır...
Karşılıksız sevginin ete kemiğe bürünmüş hâlidir...
Ne kadar üzsen de, 10 dakika sonra seni affeden zarif bir memeli türüdür...
Elleri yağlı bile olsa, saçını okşayan, kucağına yatıran, öpüp koklayan tek varlıktır; meleğin, sütlü olanıdır...
Yarasın diye, muhallebinin içine ciğer katarak çocuğuna yediren bir varlıktır...
Yemek yemeyen çocuğun dikkatini çekmek için elindeki tencere ve tavalarla maymunluk yapan kişidir...
Kafayı, çocuklarıyla bozmuş; göbek bağı kopsa da, yürek bağı asla kopmayan, sevgi dolu fedakâr bir insandır..
Bulaşık, ütü ve başkaca işler yaparken bile çene çalan kendi kendine konuşan; 'Anne, ne dedin?' dediğinizde, 'Sen kendi işine bak; bir de seninle uğraşmayayım' türünden yanıtlar verendir,
Yemek uzmanı, düzen insanı, bilgili, kültürlüdür; her şeyi bilen bir şahsiyettir,
Yavrularını, yol tarafından değil, kaldırım tarafından yürütendir...
Dizi dizi incidir; lâkin, gerektiğinde lâf sokma dalında da birincidir...
Sevgiliden ayrılma haberi verildiğinde, "Amaaan, ben sana daha akıllısını, güzelini/yakışıklısını bulurum" diyebilen komik bir karakterdir...
Dünyanın en güzel kucağına sahip; en güzel kokan, harikulade bir varlıktır...
Olmadık yerlerde "İyi ki doğurmuşum seni!" diyen, evlâtlarını asla ayırmayan, aynı zamanda birbirinden koruyan güç abidesidir...
Evde bir yere uzandığınız an, orada temizlik yapacağı tutandır...
Mutfakta yaşayan; evde, herkesi idare eden bir tür canlı türüdür...
Oğlunun, damat; kızının gelin olduğunu görünce; çocuğu, okuldan mezun olunca; gol atınca, hasta olunca; çocuğu askere gidince, 'Asmalı Konak' seyredince, dolar yükselince; velhasıl; olduk-olmadık yerde ağlaya(bile)n; bu mesajı okurken duygulanıp, gözleri dolabilen bir duygu çeşmesidir...
Uzakta dursa da, yakın hissedilen; hep istenen, asla vazgeçil(e)meyen, dizinin dibinde olmak istenen; evlâtların varlığını, varlığına armağan edendir...
Velhasıl…
3-5 değil, 365 özel gün feda olsun; eli öpülesi kadınlara.
Tüm kadınların günü kutlu olsun.
MEHMET ATILGAN
6 Mart 2008 Perşembe
Bir ülke nasıl sevilir?
"Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda"… Güzel bir söz…
Gerektiğinde her insan ülkesi için feda etmeli kendini…
Ama asıl olan yaşamak. Herkes ülkesi için yaşamalı, ülkesi için yaşadığı sürece bir şeyler yapmalı.Son günlerde, terör nedeniyle, tüm toplum büyük bir gerginlik içerisinde.
Herkes bir şeyler yapmak istiyor ülkesi için…
Ama mitinglerde, gösterilerde, yürüyüşlerde slogan atmaktan başka bir çözüm de bulamıyor insanlar.Elbet, herkes, her gün tüm yurtta şehit cenazelerinin kaldırıldığı, anaların, çocukların, eşlerin yüreklerinin dağlandığı bir ortamda; teröre lanet okumak için tepkisini ortaya koyacaktır…
Ama yeterli mi; bu kadarlık tepkiyle ülke sevgisi gösterilebilir mi?
Bu ülkenin geleceği için, insanların daha mutlu olabilmesi için başka şeyler yapmak gerekmez mi?
Büyük sorunlarla boğuşan bir ülkeyiz.
Büyük tehlikeler, tehditler altındayız.25 yılda 30 bin insanımız hayatını kaybetti.Gencecik kızlarımız töre cinayetlerine kurban gidiyor.
Gecekondu yıkımlarında insanlar, benzin döküp kendisini yakıyor.
Ormanlarımız, talan ediliyor. Zapteden güç sahipleri, çocuklarımızın geleceği ormanları yok edip, villalar, siteler dikiyor.
Özelleştirme adı altında, ülkenin en stratejik, en yaşamsal kurumları birilerine peşkeş çekiliyor.
Bankaların yarısı, borsanın yarıdan fazlası, finans sektörünün tüm yönetimi yabancıların eline geçmiş durumda.
Aydınlarımız, yazarlarımız, şairlerimiz; hâlâ düşüncelerini ifade ettikleri için 100 yıllarca ceza istemleriyle yargılanıyor.
Kurumlarımızın çoğunda, rüşvetsiz iş yapılmıyor.Gıda ve giyim yardımlarını kapabilmek için insanlar birbirlerini eziyor…
Ülkenin dış borcu 500 milyar dolara ulaştı. Her doğan çocuk 6-7 bin dolar borçla doğuyor…Büyük kentlerde kapkaççıya, yankesiciye, haraççıya bedel ödemeyen insan sayısı yok denecek kadar az.
Ve… Biz ülkemizi çok seviyoruz. Bu ülke; ülkeyi peşkeş çekenlere, hortumculara, mafyaya, törecilere, rüşvetçilere, katillere, emperyalistlere bırakılamayacak kadar değerli çünkü…
Evet. Ülkemizi gerçekten seviyorsak ve gereğini yapmak istiyorsak; yaşamımızın her alanda olumsuzluklara müdahale etmek zorundayız.Önce, her konuda bizi yönetmeye çalışan emperyalist ülkelere karşı tam bağımsızlığımızı elde edebilmemiz için, ekonomik anlamda güçlenmek, dış borcumuzu sıfırlamak zorundayız.
Bunun yolu, üretim, üretim, üretimdir. Bir de kullandığımız her ürünün kendi üretimimiz olmasını sağlamak, yabancı ürünleri kullanmamaktır.
Anlamsız, gereksiz törelerle insanların ölümünün önüne geçmek için eğitimi çağdaş hale getirmek durumundayız. Bölgesel ekonomik dengeleri sağlayarak, yasaları tam uygulayarak, bu töre rezaletini önleyebiliriz.
Zor değil bunlar, yeter ki istensin.Hepsinden önemlisi, hoşgörüyü, sevgiyi, saygıyı tesis etmeliyiz ülkede. Artık yazarları cezaevine atarak, şairleri yargılayarak, aydınları baskı altında tutarak ülke sevilmeyeceğini anlamak zorundayız.
Bir günde onlarca yasa çıkaran Meclis, 2-3 yasa değişikliğiyle bu ayıbı neden kaldırmıyor? Vekillerimize, siyasilere, yöneticilere halk olarak baskı yapıp, hoşgörü ortamını yaratabiliriz kısa sürede. Bu da hiç zor değil.
Herkes kapısının önünden, en yakın çevresinden başlayarak, yolsuzluğa, hırsızlığa, rüşvete, orman talanına karşı çıkmak için örgütlenmeli; bunlara karşı güç birliği yapmalı.
Bu da, çok zor bir şey mi?
Bunları yapmazsak, ülkeyi her fırsatta çok sevdiğimizi söylemenin; hatta başkalarını hain ilan ederek kendimizi vatansever göstermenin bu ülkeye ne yararı olabilir; bu ülkenin geleceğine ne katkı sağlar?
Ülkesini seven, gereğini yapmalı.
Gerisi laf-ı güzâf…
Gerektiğinde her insan ülkesi için feda etmeli kendini…
Ama asıl olan yaşamak. Herkes ülkesi için yaşamalı, ülkesi için yaşadığı sürece bir şeyler yapmalı.Son günlerde, terör nedeniyle, tüm toplum büyük bir gerginlik içerisinde.
Herkes bir şeyler yapmak istiyor ülkesi için…
Ama mitinglerde, gösterilerde, yürüyüşlerde slogan atmaktan başka bir çözüm de bulamıyor insanlar.Elbet, herkes, her gün tüm yurtta şehit cenazelerinin kaldırıldığı, anaların, çocukların, eşlerin yüreklerinin dağlandığı bir ortamda; teröre lanet okumak için tepkisini ortaya koyacaktır…
Ama yeterli mi; bu kadarlık tepkiyle ülke sevgisi gösterilebilir mi?
Bu ülkenin geleceği için, insanların daha mutlu olabilmesi için başka şeyler yapmak gerekmez mi?
Büyük sorunlarla boğuşan bir ülkeyiz.
Büyük tehlikeler, tehditler altındayız.25 yılda 30 bin insanımız hayatını kaybetti.Gencecik kızlarımız töre cinayetlerine kurban gidiyor.
Gecekondu yıkımlarında insanlar, benzin döküp kendisini yakıyor.
Ormanlarımız, talan ediliyor. Zapteden güç sahipleri, çocuklarımızın geleceği ormanları yok edip, villalar, siteler dikiyor.
Özelleştirme adı altında, ülkenin en stratejik, en yaşamsal kurumları birilerine peşkeş çekiliyor.
Bankaların yarısı, borsanın yarıdan fazlası, finans sektörünün tüm yönetimi yabancıların eline geçmiş durumda.
Aydınlarımız, yazarlarımız, şairlerimiz; hâlâ düşüncelerini ifade ettikleri için 100 yıllarca ceza istemleriyle yargılanıyor.
Kurumlarımızın çoğunda, rüşvetsiz iş yapılmıyor.Gıda ve giyim yardımlarını kapabilmek için insanlar birbirlerini eziyor…
Ülkenin dış borcu 500 milyar dolara ulaştı. Her doğan çocuk 6-7 bin dolar borçla doğuyor…Büyük kentlerde kapkaççıya, yankesiciye, haraççıya bedel ödemeyen insan sayısı yok denecek kadar az.
Ve… Biz ülkemizi çok seviyoruz. Bu ülke; ülkeyi peşkeş çekenlere, hortumculara, mafyaya, törecilere, rüşvetçilere, katillere, emperyalistlere bırakılamayacak kadar değerli çünkü…
Evet. Ülkemizi gerçekten seviyorsak ve gereğini yapmak istiyorsak; yaşamımızın her alanda olumsuzluklara müdahale etmek zorundayız.Önce, her konuda bizi yönetmeye çalışan emperyalist ülkelere karşı tam bağımsızlığımızı elde edebilmemiz için, ekonomik anlamda güçlenmek, dış borcumuzu sıfırlamak zorundayız.
Bunun yolu, üretim, üretim, üretimdir. Bir de kullandığımız her ürünün kendi üretimimiz olmasını sağlamak, yabancı ürünleri kullanmamaktır.
Anlamsız, gereksiz törelerle insanların ölümünün önüne geçmek için eğitimi çağdaş hale getirmek durumundayız. Bölgesel ekonomik dengeleri sağlayarak, yasaları tam uygulayarak, bu töre rezaletini önleyebiliriz.
Zor değil bunlar, yeter ki istensin.Hepsinden önemlisi, hoşgörüyü, sevgiyi, saygıyı tesis etmeliyiz ülkede. Artık yazarları cezaevine atarak, şairleri yargılayarak, aydınları baskı altında tutarak ülke sevilmeyeceğini anlamak zorundayız.
Bir günde onlarca yasa çıkaran Meclis, 2-3 yasa değişikliğiyle bu ayıbı neden kaldırmıyor? Vekillerimize, siyasilere, yöneticilere halk olarak baskı yapıp, hoşgörü ortamını yaratabiliriz kısa sürede. Bu da hiç zor değil.
Herkes kapısının önünden, en yakın çevresinden başlayarak, yolsuzluğa, hırsızlığa, rüşvete, orman talanına karşı çıkmak için örgütlenmeli; bunlara karşı güç birliği yapmalı.
Bu da, çok zor bir şey mi?
Bunları yapmazsak, ülkeyi her fırsatta çok sevdiğimizi söylemenin; hatta başkalarını hain ilan ederek kendimizi vatansever göstermenin bu ülkeye ne yararı olabilir; bu ülkenin geleceğine ne katkı sağlar?
Ülkesini seven, gereğini yapmalı.
Gerisi laf-ı güzâf…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)