28 Şubat 2008 Perşembe

Yalakalık almış başını gidiyor!..


Rahmetli Aziz Nesin “Bu halkın yüzde 70’i aptal” deyince çarşı karışmıştı. “Ne yüzde 70’i? Yüzde 80-90 diyenler de oldu; “bizim halkımız aptal değildir; bu, halka hakarettir” diyenler de…
Tabi “aptal”dan kimin ne anladığının önemli olduğu kadar; kimsenin elinde “aptalölçer” bir alet olmadığı için kimin haklı olduğunu belirlemenin de zor olacağı açık.
Onun için, bu lafla ilgili tüm değerlendirmeler benim dışımda; söyleyenle, yorumlayanları ilgilendirir.
Aptallıkla ilgili değil de; yalakalıkla ilgili bir izlenim oluşmaya başladı bende.
Kariyer için, iş için, ihale için, çıkar için, geçim için yapılan yalakalıklara baktığınızda, herkes bir yüzde tahmini yapar; ama hiç kimse “bizim halkımız yalakalık yapmaz” diyemez.
Ben, bir oran vermem ama, hiç de az olduğu kanısında değilim.
Müdürünün gittiği camiye gidip, ön sıralarda saf tutan memurlar…
Makamında yükselebilmek için eşine türban giydirenler…
İhale alabilmek için, yetkililerin elini eteğini öpenler…
Bir ton kömür, bir paket gıda yardımı için oyunu satanlar…
Onun için ben Türkiye’de çok ciddi bir kimlik kaybı olduğunu düşünüyorum.
Böylesine bir kimliksizleşme ortamında da, Türkiye’de ne siyasi anlamda, ne kültürel anlamda yarın neler olacağını kimse kestiremez.
Bugün belli gerekçelerle bir partiye oy verip, büyük farkla onu iktidar yapanların, aynı gerekçeleri bir başka partide gördüğünde jet hızıyla kayması içten bile değil.
Bugün belli gelenekleri, görenekleri savunanların, bir süre sonra ortam değiştiğinde, çıkarlarının başka odaklarda olduğunu gördüklerinde, tam tersi kültürlere yönelmeleri gayet doğal.
Bunun adı, sadece ortama göre hareket etmek veya “işini bilmek” değil; apaçık ve resmen yalakalık.
Geçenlerde Habertürk televizyonunda Fatih Altaylı’nın bir yorumu vardı. Şöyle diyordu: “İnsanların güçlüden yana olma gibi bir hastalıkları var. Bugünkü AKP iktidarına yakın olmak için yarışa girenler, bu iktidar değiştiğinde ilk söyleyecekleri şey eminim ki ‘Bunlar da çok ileri gitmişlerdi. Cumhuriyetin temel ilkeleriyle oynamayın diye çok uyardık ama dinlemediler; eriyip gidecekleri belliydi’ olacaktır.”…
Evet, Aziz Nesin’in “Zübük” hikayesinde olduğu gibi, bugünün yalakalarının, tutundukları dal kuruyunca ilk yapacakları şey, yeni bir güce sarılıp, ona yalakalık yapmak olacaktır.
Ve maalesef o denli yaygın ki bu yalakalık, neredeyse bir meslek haline geldi. İşin en acı yanı da bu tür yalakalıklara hâlâ prim veriliyor olması. Oysa bu yalakalıkların, başta yalakalık yaptıkları kişi ve kurumlar olmak üzere, hiç kimseye bir faydası olmaz. Sadece o kişilere belli dönemler çıkar sağlar.
Yalakaların tüm kurumlarda egemen olması sonucu da, hiçbir şeyin ülke lehine gelişmesi mümkün değil. Yalakalar için varsa yoksa kişisel çıkar anlayışı egemen olduğu için; ülke batmış, çıkmış; başka ülkeler kaynaklarımız sömürmüş; ekonomi dibe vurmuş; siyaset ahlâkı çökmüş; bunlar asla yalakaları ilgilendirmez. Belli bir dönem saltanat sürebilmek için, ağa babalarına yağcılık, soytarılık yapmak için akla gelmeyecek onursuzlukları yaparlar.
İlk bakışta bu tür yalakalığa yönelenlerin sadece geçim sıkıntısı çekenler olduğunu sanırız. Ama özellikle bürokraside, iş dünyasında çok daha ileri boyutlarda olduğunu; hatta eğitim alanında, bilim alanında ciddi unvan sahibi insanlar olduğunu görmek mümkün.
Bu ülke için; ekonominin kötüye gitmesi, terör, yolsuzluk, rüşvet ne kadar tehlikeliyse; yalakalık da bir o kadar tehlikelidir.
Ben yine de toplumun yüzde kaçının “yalaka” olduğu konusunda bir tahminde bulunmak istemiyorum. Sizler, etrafınızı şöyle bir süzüp yüzde oranını görün.

21 Şubat 2008 Perşembe

Çok öfkeliyim; öyleyse iyi sanatçıyım!

Başbakan diyor ki; “Öfke de bir hitabet sanatıdır”.
Allah’ım, bana aklıma mukayyet olma gücü ver.
Bugünlerde acayip öfkeliyim. Demek ki iyi bir sanatçıyım.
Büyük Ata’nın “Her şey olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız” dediği gibi, aslında benden her şey olur da, sanatçı olmaz. Fakat, Başbakan’ın dahiyane tespiti sayesinde ben de sanatçı olup çıktım.
Öfke, de bir hitabet sanatıymış… Hıh.
Allah rızası için Başbakan önce sanatı bir tarif etse de, biz de bilsek, kim sanatçı, kim değil.
Başbakan’ın tanımına göre, memlekette herkes sanatçı. Hem de en süperinden.
Trafikte, adam yoluna tecavüz ediyor; üstüne üstlük bir de camı açıp küfredip, çekip gidiyor. Sanatçı ya…
Maaş kuyruğunda, uyanığın biri gelip, orta sıralara dalıyor. Sıra arkada diyene basıyor küfrü. O da sanatçı ya.
Çocuğunun karnesinde zayıf var diye, gidip öğretmenin yakasına yakışan veli de sanatçı o zaman.
Kafayı çekip gelip, karısını çocuklarını döven de… İstediği şarkıyı söylemeyen sanatçıya kurşun yağdıran da sanatçı.
Öfke de bir hitabet sanatıymış.
Öfkeyi bırakın da, hitabet bir sanat mı? O bile tartışılır. Kaldı ki öfke.
Büyük Ata’ya göre “Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından birisi kopmuş demek”se eğer, Türkiye’nin hayat damarları, tüm Dünyaya yetecek kadar var demek ki.
Biz bilirdik ki; öfke, bir saldırganlık belirtisidir. İnsanın kendisini kontrol edememe göstergesidir. Sinirlerine hâkim olamama ifadesidir.
Meğer öyle değilmiş; sanatmış.
Başbakan’ın eski sol kolu, eski başbakan yardımcısı Abdullatif Şener bile çileden çıkıyor, bu sanat tanımına. “Öfkeli konuşmak bir sanat olmaz. Bir hitabet biçimi olabilir. Bir hitabet tarzı olabilir ama hiçbir zaman bir hitabet sanatı olmaz. Diğer taraftan bu biçim de şık olmaz. Faydalı biçim olmaz. Yanlış bir hitabet biçimi olur. Zararlı bir hitabet biçimi olur" diyor.
Bir zamanlar, bir gazetede Abdullah Gül ve Recep Tayip Erdoğan’a; Hoca’ları Necmettin Erbakan’ın bir tavsiyesini okumuştum. Diyordu ki Erbakan: “Sakın toplum içinde kimseye bağırıp çağırmayın, öfkenizi dışa vurmayın. Böyle bir ihtiyaç duyarsanız, ormana gidin, ağaçlara, dallara, yapraklara bağırıp çağırın”. Anlaşılan, Başbakan, Hoca’sından hiç ders almamış.
Zaten, öfke gerçekten bir hitabet sanatı olsaydı; tarihte bu sanatı en iyi icra edenler Hitler’le Mussoloni olurdu.
Bizde “Keskin sirke küpüne zarar” diye bir söz var.
Bir de “Öfkeyle kalkan zararla oturur” derler.
Zararı hedefleyen bir sanat olabilir mi? Öfkenin bırakın bir başbakanın hitabet sanatı olmasını, sıradan insanların bile yöntemi olduğunda nelere yol açtığını, her gün gazetelerin ikinci sayfalarında görmüyor muyuz?
Son zamanlarda Türkiye’de hiçbir şey iyiye gitmiyor. Her şeye öfkeleniyorum.
Hele, Başbakan’ın bu son sözüne nasıl öfkelendim, anlatamam.
Öfke yüklüyüm, sinir küpü oldum.
Demek ki iyi sanatçıyım ben de.
Sanata, sanatçıya saygı isterim bundan böyle.

17 Şubat 2008 Pazar

Yeni 1. sınıf fişleri

Yeni 1. sınıf fişleri
Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kurumlarında dinsel bir kadrolaşmanın başlaması ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasıyla insanların günlük yaşamlarında kullandıkları cümlelerde büyük bir değişiklik gözleniyor. Sabahları “günaydın” yerine “selamünaleyküm”; vedalarda “iyi günler” veya “hoşça kal” yerine, “Allah’a emanet ol” cümleleri tüm kesimlerde egemen olmaya başladı. Yeni yetişen neslin bu değişikliğe yabancılılık çekmemesi için ilköğretim okullarının birinci sınıf fişlerinin de acilen değiştirilmesi gerekiyor. Bir kısmı şöye olabilir.
Dua et Mehmet dua et
Kazım foteri çıkart, sarık tak
Alaattin seccadeyi ser
İçki günah Hüseyin, içki günah
Hasan takkeni tak
Aslan abdest al. Al Aslan al.
Cafer tesbih çek
Necati Kâbe’ye git, Hacı ol.
İsmet, boneli türban tak.
Güney, mevlüte pilav yap.
Ulaş süt iç, elhamdülillah de
Emir minareye çık.
Nihal, aşure yap
Anıl, sakal duası yaptır
Erkeklerle tokalaşma Aylin, sakın tokalaşma
Elif yakanı kapa, kapa yakanı kapa.
Emrecan ılık zemzem iç.
Emrah camiye koş, koş Emrah koş
Zikir çek Necip, zikir çek
Koş Sıla koş, kuran kursuna koş.
Şükret Ceren şükret
Figen, ibadet et.
Ece çarşaf giy.
Arzu, besmele çek.
Peyami, Kuran oku.
Görkem, yağmur duasına çık.
Zeynep, hacı yağını getir
Oruç aç İbrahim.
Çağdaş takiyye yap
Yılmaz, iftar topunu patlat.
Nurettin cübbe giy
Gülistan başını ört, ört Gülistan ört.
Kemal yumurta sat, mısır sat
Sat Kemal sat, babalar gibi sat
Çiftçi, ananı al git
Asker, yan gelip yatma
Sor, ulemaya sor
Destekle Bahçeli destekle
Tayyip yasa çıkar.
Onayla Abdullah onayla.
Tayyip tabana oyna
Kömür dağıt oy topla
Dağıt ihale dağıt
Kadrolaş AKP, kadrolaş
Tayyip amca seni çok severiz.
Gül, Abdullah gül.
Uyu halkım uyu, uyu uyu yat uyu.

13 Şubat 2008 Çarşamba

Ben mankenin güzel, zeki, aynı zamanda ahlâklısını severim.


Epeydir magazin yazmıyoruz.


Türbandı, katil Amerika’ydı, terördü, geçim sıkımtısı derken, ben de bunaldım, okurlar da...


Bugün biraz magazine girelim de efkâr dağıtırız belki… Magazin dediysek, yine de işin ahlâki, toplumsal boyutları olduğu için güncel sıkıntılardan yine de pek kurtulamayacağız anlayacağınız.
Tuğba Özay adlı bir manken kızımız var. Tabi, benzerlerinden ve taklitlerinden ayırabilmek için, bu Tuğba’nın adının Tuba değil, Tuğba (Yumuşak g ile) olduğunu en başta belirtmekte fayda var.


Doğruya doğru. Allah için güzel kadın… Bunu, güzellikten iyi anlarım gibi bir havaya girmek için sadece ben demiyorum. Herkes biliyor ki, Türkiye’nin en güzel mankenlerinden…
Tuğba (Yumuşak g ile) 11 Ağustos 2007’de çeteye yardım suçlamasıyla tutuklanıp 5.5 ay hapis yattıktan sonra, 24 Ocak 2008’de tahliye oldu.


Cezaevinden çıkınca, bazı prodüktörler mapus damları anılarını konu alan bir dizi için Tuğba’ya (yumuşak g ile) 1 milyon Dolar, yani eski parayla dünkü kur itibariyle 1 trilyon 211 milyar lira teklif etmişler. Müthiş para. Hatta bazı film şirketlerinin açık çek bile teklif ettiklerini söylüyor da biz 1 milyon Doları baz alalım.


Fakat Tuğba (yumuşak g ile), “Benim kazandıklarım, 7 sülâleme yeter, her teklife balıklama atlamam” diye düşüneceğini söyleyip çiftlik evinde inzivaya çekilmiş... Tabi, o kadar servet içinde paradan çok, gururunu, onurunu düşünmesi, Allah için takdir edilecek bir tavır.


Fakat benim aklıma “Benim kazandıklarım, 7 sülâleme yeter” lafı takıldı… 40 senedir aralıksız çalışırım. Kazandıklarım değil 7 sülâleme, 4 kişilik aileme yetmiyor. Bu kızcağız daha 30 yaşını yeni bitirdi (10 Şubat 1978 İstanbul doğumlu). Çalışma hayatına esas olarak 1997 yılında Mahsun Kırmızıgül’le “Hemşerim” adlı tv dizisiyle başlamış. yani 7 sülâlesine yetecek kadar para kazanmaya başlamasından bu yana geçen süre 11 yıl. Mapus damlarında geçen 5.5 ayı düşmesek bile, 11 yılda 7 sülâlesine yetecek kadar para kazanmış.


Peki nedir 7 sülâleye yetecek para?


Önce 7 sülâleyi en dar çerçevede bir tanımlayalım. Kendisi, eşi, iki çocuğu olsa. İki de kardeşi ve onların da birer eşi ve ikişer çocukları olsa diyelim. Bırakın, ana babayı, amca oğlunu, teyze kızını, hala damadını, dayı gelinini… Yani tüm sülâlesini 4’er kişilik 3 aileden ibaret kabul etsek. (Çekirdek sülâle olsun)


Tuğba’nın (yumuşak g ile), bırak çiftlik evinde, hizmetçilerle, aşçılarla, şoförlerle, bahçıvanlarla yaşadığı lüks yaşamı; bu 3 aileyi de en asgari şartlarda, Ankara’nın Çinçin Bağları’nda, İstanbul’un Ümraniye’deki gecekondu evlerinde veya Kırşehir’in Kervansaray Mahallesi’nde yaşayan birer aile kabul etsek.


Haaaa, önce 7 sülâle ne demek önce onu da açıklığa kavuşturalım. Yani bugün Tuğba’nın (yumuşak g ile) sülâlesi üç aileden oluşuyorsa, 7 kuşak ileri gideceğiz. En kaba hesapla her sülâle 30 yılda bir nesil değiştirse; bugünkü 3 ailelik sülâleyi, 210 yıl yaşayan 3 aile olarak görürsek, ortalama bir maliyet çıkarabiliriz.


Evet, asgari şartlarda yaşayan 4 kişilik bir aile, bugünkü rakamlarla gıda, eğitim, giyim vs. en insaflı kurumların yaptığı araştırmaya göre ayda 2.5 milyar lirayla geçinir. 3 aile 7.5 milyar eder. Yılda bu rakam 90 milyar liraya ulaşır en kötü koşullarda. 210 yılda ne yapar? Tam, 18 trilyon 900 milyar lira. Yani Tuğba (Yumuşak g ile) demek istiyor ki, “Bırakın benim bu lüks yaşamımı, en kötü koşullarda hesaplasanız, benim 7 sülâleme yetecek 18 trilyon 900 milyar lira servetim var”.


Olsun. Allah daha çok versin, gözümüz varsa gözümüz çıksın. Türkiye’nin en gözde mankenine, param olsa bir o kadar da ben veririm valla. Layık. Ben, "Beni Tünk mankenlerine emanet ediniz" ilkesini gönülden benimseyen bir yurttaşım çünkü.


İyi de…


11 yılda 18 trilyon 900 milyar lira para nasıl kazanılır, mankenlikle… Üstelik o kadar lüks yaşamda harcanan paradan sonra kalan para bu…


Ben geçen yıl Tuğba Özay’ın (Yumuşak g ile) katıldığı görkemli bir açılışta bulunmuştum. Merak edip sordum, program için ne kadar aldıklarını. 10 milyar demişlerdi. 2-3 saat için 10 milyar lira iyi para da, ayda kaç kez böyle programlara gidilir? Ayda kaç kez defileye katılınır? Çarkı Felek programındaki hosteslikten, birkaç tv dizisinden ne kazanılır? Nasıl hesap yaparsak yapalım, 18 trilyon 900 milyar lira birikmiş servetin içinden çıkamıyorum ben.


Peki bu mankenlikle, su gibi para harcanan yaşam seyrinde bu para nasıl kazanılır? Yanlış anlamayın, çete iddiaları doğru demiyorum, onu yargı bilir. Fakat, bir yolu olmalı.


“O zaman”…


“ O zaman” başka türlü kazanılmıştır… Amaaaan neyse, ahlak zabıtası mıyım ben?


“O zaman, başka türlü” derken, defile ve açılışlar dışında herhalde Sirkeci’de limon satmadı Tuğba Hanım (Yumuşak g ile).


Tabi işin başka boyutları da var. O kadar harcandıktan sonra kalan 18 trilyon 900 milyar liranın vergi hesabı da beni hiç ilgilendirmez. Kemal Ağbi, mısırla, yumurtayla ilgilendiği kadar, bu konularla da ilgilense zaten sorun kalmaz. Türkiye’de her yapılan, yapanın; her kazanılan, kazananın yanına kâr kalıyor.


Bugün magazin yazarak, güzel bir bayandan bahsedip ruhunuz açılsın diye başladık; nerelere geldik, yine içinizi kararttık. Kusura bakmayın.


Sanki Tuğba’nın (Yumuşak g ile) 7 sülâlesine yetecek servetinin hesabı bana düştü.


Lüzumsuzluk işte.


Mehmet Atılgan

10 Şubat 2008 Pazar

2 Şubat 2008 Cumartesi

Millet mi tuhaf; ben mi geri zekâlıyım?

Bazı şeyleri anlamakta, anlam vermekte güçlük çekiyorum.

Örneğin Türkiye’de TÜSİAD gibi, hükümet kurup, hükümet yıkacak güce sahip çok etkili bir dernek var. Bu TÜSİAD’ın açılımı Türkiye Sanayici ve İş ADAMLARI Derneği’dir. Ama iş ADAMLARI derneğinin başında Arzuhan Doğan Yalçındağ adında bir bayan var. Eeee, bir bayan İş ADAMLARI derneğinin başkanı nasıl oluyor? Derneğin adı, Türkiye İş ADAMLARI ve İş KADINLARI Derneği olarak değiştirilmezse, bu durum, tüm kadınlara bir hakaret olarak kalır.

Haa bu arada soyadı kanunun verildiğinde herkes bir soyadı almış. Genelde erkekler istediği soyadını alıp, ailesine de uygulamış. Ama bayanların Davulcuoğlu, Müslümoğlu, Hasanoğlu gibi soyadlarını kullanmaları benim çok tuhafıma gidiyor. Bir ailenin çocuğu oğlansa Davulcuoğlu, kızsa Davulcukızı olması gerekmez mi?

Türkiye’de tüm statlarda ve spor salonlarında “Şeref Tribünü” adında bir bölüm var. Hatta bazı spor salonlarında işi öyle abarttılar ki; salonun çok büyük bir bölümü “Şeref Tribünü” küçük bir bölüm de, sıradan insanlara ayrılıyor. Bu durumda şeref tribünü dışında oturanların, kendilerini şerefsiz gibi hissetmeleri de doğal değil mi?

Bir de başta havaalanları olmak üzere bazı resmi kurumlarda WİP bölümleri var. Bunun açılımı da, “Çok Özel İnsan” demek oluyor. İngilizce “Very important person”un kısaltılmışı. Hani, anayasada tüm vatandaşlar eşitti. Kimileri çok özel insan oluyor da, diğerleri çok adi insan mı?
Bir türlü akıl erdiremediğim bir konu da, yeşil pasaport meselesi. Devletin herhangi bir kurumunda “memur” olarak görev yapar, 1. dereceye gelirseniz, devlet size yeşil pasaport veriyor ve bir kaç ülke dışında Dünya’nın bütün ülkelerine vizesiz gidip gelebiliyorsunuz. Peki aynı süre hizmet veren ama “işçi” statüsünde çalışan insanlara niye yeşil pasaport verilmiyor. Hatta, bir işadamı, milyonlarca dolarlık ihracat yapıyor, yüzlerce işçi çalıştırıyor. Ama işi gereği Bulgaristan’a, Almanya’ya gitmesi gerekse haftalarca “vize” kuyruğunda bekliyor. “Memur” statüsünde çalışan vatandaş da, “işçi” ya da “işveren” statüsünde bu memlekete hizmet edenler, “hain” mi?

Hep bir şeyi daha merak ederim. Kanal D’de 300 kişi çalışıyormuş. TRT’de ise 6 bin 500 kişi. Yani Kanal D’deki personelin 22 katı. Fakat Kanal D’nin izlenme oranı TRT’nin iki katından fazlaymış. Peki Kanal D’nin yarısı kadar izlenen bir kurumda 22 kat insan ne iş yapar ki?
İstanbul’da Olimpiyat Stadı adında bir büyük bir stadımız var. Gidiş geliş zorluğu ve gerekli trafik altyapısı olmaması nedeniyle, hatta stadın olduğu bölgedeki rüzgar durumu düşünülmeden yapılması sonucu her ne kadar bu staddan gerektiği gibi yararlanılamıyorsa da, benim asıl merak ettiğim stadın adı: Olimpiyat Stadı… Dünyada olimpiyat yapmadığı halde olimpiyat stadı yapan tek ülke olduğumuzu öğrendiğimde çok şaşırdım.

Aslında milletin ve ülkenin mi tuhaf olduğu ya da benim mi çok geri zekalı olduğum konusunda tartışılır görüşler olabilir. Ama hangisi olursa olsun, benim anlayamadığım daha o kadar çok şey var ki bu ülkede. Kalanları başka bir zaman yazarım ama, son bir örnek daha vereyim de, benim zekam konusunda siz karan verin de, konu da aydınlansın.

Hep çağ atlamaktan, sağlıklı ve eğitimli bir nesil yetiştirmek hedefinde ve laik olduğunu iddia eden Türkiye’de neden 1100 kişiye bir okul, 800 kişiye bir cami, 15 bin kişiye bir hastane düşüyor ki?..